Yağmurun sesi, çöllerin kumu, bulutların nemi aşkına… İnsanın sesini işitsin bu dünya…
Yıllar boyu bitmek bilmeyen bir mücadele içinde olan bu tarikatın tanımı çoğu kez yapılamamıştır. Yazmak ve yazarlık hakkında yazarların bizzat kendileri, o kadar farklı ve öylesine zıt tanımlar yapmış ve yapıyorlar ki bu bile yazmayı karmaşık, gizemli ve çekici kılıyor. Örneğin Lonesco, “ yazarın boş vakti ya da tatili olmaz. Yazar, ya yazıyordur ya da ne yazacağını düşünüyordur” derken, Goethe!ye göre yazarlık aylaklı işiydi. Belki de en doğru tanımı ise Yanko yapıyordu: Yazarlar gizemli bir tarikatın üyeleriydiler…
Karanlık ve yalnız gecelerden bir gece, yazar olmak için yanıp tutuşan genç adam yazı masasında dünyayı düşünüyordu. Bir türlü içinde yaşadığı dünyayı beğenemiyordu. Sonunda, hiç yılmadan çalışıp, yeryüzünde ki bütün açıkları kapatmaya karar verdi. Yazı masasından kalkarak gecenin bir yarısı şehrin en büyük kütüphanesinin yolunu tuttu. Her zaman yaptığı gibi ürkütücü kütüphaneye gizlice girdi ve masaların birine oturdu.
Etrafı binlerce kitapla çevriliydi. Büyük hayranlık duyduğu bu kitaplar aynı zanda geceleri rüyalarına giriyor ve kabusu oluyorlardı. Sessizce baktı onlara, derin alemlere dalmak istiyordu. İrili ufaklı yazarların yüzlerce farklı konular üzerine yazdığı binlerce kitabın arasında en çok merak ettiği, yazarlığın ne olduğunu anlatan bir olup olmadığıydı. “ Yazarlık” ve “yazmak” nedir sorularını çok merak ediyordu. Eğer bu soruların cevabını bulabilirse yaşama sebebini de keşfedebilecekti.
Gece iyice ağırlaştı, genç adamın göz kapakları uykusuzluğa daha fazla dayanamayacaktı. Başı gittikçe alçaldı ve masanın üzerindeki baş kağıda yığıldı. Aklında “yazarlık nedir” sorusuyla hayaller dünyasında kayboldu. Hakikaten, neydi yazarlık?
Kütüphanede boğuk bir fısıltı dolaşmaya başlamıştı. Bu fısıltı gittikçe büyüdü homurtuya dönüşte. Homurtular şimdi daha anlamlı sesler haline gelmeye başladı. Sanırım ayrışıyorlardı… Raflardaki kitapların arka yüzlerinde yer alan yazarların fotoğrafları bir bir ete kemiğe bürünmeye başladı. Hızla birbirini deviren domino taşları gibi her bir fotoğraf canlanıyordu. O küçük fotoğraf çerçevelerinden bir şeyler söylemeye başladılar. O gece yarısının sessiz kütüphanesi yazarların konuşmaları ile hareketleniyordu. Fotoğrafların birinden ortaya bir laf attı Samuel Lover “ İşte aramıza katılmak isteyen biri daha. Ne yazık ki edebiyat hastalığına çoktan yakalanmış, artık tek şifası kalemin kağıda sürterken çıkardığı sestir.”
Edebiyat tehlikelidir” diye çıkıştı ancak John Marley, “ edebiyat mesleklerin en baştan çıkarıcı, en aldatıcı, en tehlikeli olanıdır”.
Herkes derin bir sessizlik içinde bu afili cümlelerin tadını çıkarıyordu. Ama bir ancı bir kahkaha tüm bu sessizliği yakıverdi. Herkes başını gülüşlerin geldiği yöne çevirmişti. “ Neye güldüğümü biliyor musunuz? Yazarlığı meslek olarak yazmışsınız. Bu, kulağıma bugüne kadar duyduğum en incelikli laf dokundurması gibi geldi” dedi Salinger, “ Şimdiye kadar ne zaman mesleğinizi yazdınız” kısa bir nefes çekti ve gürledi. “Yazarlık sizin dininizden başka bir şey değil!”
Fanatikçe alkışlayanlarda oldu, yüzünü buruşturup sessizce protesto edenler de. Sesler kesilince Hemingway sakallarını sıvazlayıp genç adama doğru baktı. “Herkes hayat hakkında yazmak zorundadır ve hayat hakkında yazmak için önce onu yaşamalısın” dedi. “Olman gereken yer burası değil.”
Genç adamın aklına bin bir soru işaretleri vardı. Bu sorular içerisinde kafası masaya düşmüş ve uyuya kalmıştı. Rüyasında bütün sorulara cevap bulabiliyordu. Sanki bir savaş alanın ortasına düşmüştü. Nereden geldiğini kestiremediği sert cevaplar birer ok gibi beynine ve ruhuna saplanıyordu…
Peki sadece kitaplar okuyarak yazar olunmaz mıydı? “ Çok okumalısın evlat, bir hayli fazla okumalısın” diye sıraladı Sontag. “Yazar olmak istiyorsan bunu yapmalısın. Abartıyor olabilir miydi Santog? Ya da ne kadar yanılabilirdi? “O kadar fazla okursan yazmaya vakit kalmaz” diye atıldı Yanko Boris. “ Olabildiğince fazla yaşamalısın. Sokaklara çıkmalısın, kavga etmelisin, kadınlar bulmalısın. Aşık olmalısın, sevmelisin, acı çekmelisin. Kazık yemelisin ve atmalısın da. Kendini korumayı asla kitaplardan öğrenemezsin. Mutlu olmalısın ve çok acı çekmelisin. Ancak o zaman gerçekten yazabilirsin ya da gerçekleri yazabilirsin.”
Ortam iyice gerilmişti. Birkaç espriye ihtiyaç olduğunu düşünen Benneth Cerf mizahi bir dille sordu. “Yazar olup ne yapacaksın? Coleridge uyuşturucu bağımısıydı. Poe alkolikti. Chatterton kendini öldürdü. Delirenler de ver. Hala yazar olmak istediğine emin misin?“ Cerf’in bu söylediklerine prim veren tek bir kişi bile çıkmadı. Çünkü Yanko’nun yazdığı gibi yazarlar, gizemli bir tarikatın üyeleriydiler. Öylesine ki; bir ömür boyu birbirlerini görmeden kendilerini dört duvar arasında bir yazı masasına mahkum ederek ayinlerini sürdürürlerdi. Ve birbirlerine gizli-saklı da olmuş olsa her zaman destek verirlerdi.
Ve Cerf sessizce ve mağlup bir tavırla çerçevesine geri döndü. Bir cevap bekleniyordu Cerf’in sözlerine. “ Tüm yazarlar küstah, tembel ve bencildir. Ama onları diğer insanlardan farklı kılan esrarengizlikleridir. Bir kitap yazmak uzun, yorucu, üzücü ve acılarla, hastalıklarla dolu bir yolda ilerlemektir. İçinde kontrol edemediği ve anlayamadığı bir canavar olmayan hiç kimse böylesine çileli bir yolda ilerlemeyi göze alamaz.” Bu sözler George Orwell’in ağzından çıkarken tüm kütüphane bir parça temkinliydi. Ağır toplar yavaş yavaş konuşmaya başlamıştı.
“Keyifte ve kederde yazdım. Açlıkta ve susuzlukta yazdım, sağlıkta ve hastalıkta yazdım. Gün ışığında ve ay ışığında yazdım.” dedi Poe. “ Evlat yazar olmak o kadar da zor değil” dedi Somerst Maugham. “ Eğer hikaye anlatabiliyorsan, karakterler yaratabiliyorsan, samimiyetin ve tutkun varsa, hiçbir tanımın önemi yok.” Ortama savaş alanına dönmeden birileri bir şeyler yapmalıydı. “ İşte görüyorsun genç adam, bizlerin, yazarların katlanabilir tek yanımız kitaplarımızdır, bir konuşmaya başladık mı..” diye iğneleyici bir cümle kurdu Bernard Shaw.
Küfreder gibi bakışlarıyla doğruldu Norman Mailer. “ Her şey o kadar kolay değil evlat;gerçek bir yazar olmak demek, en kötü gününde bile çalışabilmek demektir. Sevdiğin biri öldüğünde cenazeye gitmeyip romanına devam edebilecek misin?”
Evet, yazarlık zor olmalıydı; bir yapının hem mimarı, hem işçisi, hem tuğlası olmak pek kolay olamazdı herhalde. Karanlığın iyice hakim olduğu şehrin kütüphanesinde gaipten gelircesine yankılanan bu sesler genç adamın uyuyan kulaklarına usulca doluyor ama zihnini açacağı berraklaştıracağı yerde daha da karıştırıyordu. Thomas Mann’ın söyleyecekleri bu kafa karışıklığını arttırıyordu. “Yazar; yazarken insanlardan daha çok zorluk çeken kimsedir.”
Yazarlar yavaş yavaş yazarlığı çok çalışmakla elde edilecek bir konuma çekmeye başladılar. Bir tanesi hıza sıraladı; “ evlat, yazar olmak istiyorsan, mavi ya da mor belki de kırmızı ışık dalgaları ile ya da ilham perini ve tüm o zırvalıkları bekleyemezsin. Kesintisiz her gün belli bir uzunlukta yazı masana oturacaksın. Acı çekmeye, iç sıkıntısı duymaya, üzülmeye, boğulmaya aldırmadan yazacaksın. Yazdıklarını bıkmadan, usanamadan defalarca tekrar yazacak, düzeltecek, kısaltacak, kesip atacaksın. Gün sonunda belki doğru düzgün bir sayfa bile yazamamış olacaksın ve kendinden, yeteneğinden, yazarlığından şüphe duyacaksın. Ama tıpkı tüm günler yaptığın gibi ertesi gün yine aynı şekilde ve aynı azimle masana oturacaksın. Bunlar bir alışkanlıktan yaşam biçimine dönüştüğü an, bir şeyler yazmaya başlayacaksın”. Tüm bu sözlerinden sonra, geldiği hıza çerçevesine dönüp kayboldu, kimse onun kim olduğunu bilemedi.
Lonesco hala aynı fikirdeydi “ yazarın boş vakti ve tatili olamaz. Yazar, ya yazıyordu ya da ne yazacağını düşünüyordur” diyerek fikrini tekrarladı ve yine ilk karşı çıkan Goethe oldu. Goethe’ye göre yazarlık aylaklı işiydi. Aylaklar kafasına göre takılma, istediğini istediği zaman yapma özgürlüğüne sahiptirler ama Fontana diyor ki; “gerçek bir yazar, bugün yazmıyorum, deme lüksüne sahip değildir. Bunu söyleyen gerçek yazar değil, yazar olmayı hayal eden biridir.”
Yazarlık hakkında, hem de yazarlar tarafından bu kadar fazla ve birbirine zıt tanımın olması yazarlığı karmaşanın, gizemin ve çekiciliğin yörüngesine de sokuyordu. Bizzat en başta yazarların kafaları bir hayli karışıktı ve bu karışıklık, bu karmaşa ve bu farklılık, üretkenliği, yazıları, kitapları yaratıyordu.
Oysa Yanko Boris, “her yazar, kendini ve tüm evreni anlatabileceği o tek, harikulade, eşsiz cümleyi arar durur. Ve arada yazdıkları ise kitaplardır” diyordu. Fitzgerald ise; “yazarlar tam olarak diğer insanlardan değildir. Eğer bir şeyseler, tek bir insan olmayı çalan birçok insandırlar” diye karşılık veriyordu.
Tolstoy yazarın sürekli kendini eleştirmesi gerektiğini söylüyordu. Twain yazdıklarını daima durulaştırması gerektiğini, Faulkner’e göre bir yazar merhametsiz olmalıydı, Edward Albee’ye göre de şizofren. Rascoe; “ yazar, pencereden dışarı bakarken bile çalışıyordur” dedi.
“Bir yazar her ne yaparsa yapsın ve her ne yazarsa yazsın, sanatı büyük yapan şu iki görevi yüklenmelidir” dedi Camus; “gerçeği ve özgürlüğü”. Ve asla bile bile yalan söylememelisin ve insanın insanı ezmesine karşı koymalısın” diye bitirdi sözlerini.
“Yazmak, sessizliğe karşı mücadele etmektir” dedi, Fauntes. Yazmak aydınlıklara ulaşan bir yol, bir dava olmalıydı ona göre. Bradbury ekledi sözlerini; “Bir yazar, ancak yazmaktan vazgeçtiğinde başarısız olur. Yazar olmak istiyorsan asla vazgeçmemelisin.”
“Yazılmış her kelime ölüme karşı kazanılmış bir zaferdir” diye söyledi Butor. Yazmak zamanı dondurmak, ölümsüz olmaktı. Molnar herkesten farklı bir şekilde anlattı nasıl yazar olduğunu; “ Bir kadının fahişe olma yolunda ilerlediği gibi ben de yazar olma yolunda ilerledim. Önce kendimi memnun etmek için, sonra arkadaşlarımı memnun etmek için, en sonunda para için.” Bu sözler kütüphanede ki gürültüleri birden arttırdı. Kimi mizahi bir yaklaşım gibi algılayıp güldü, kimi keskin bir hakaret olarak görüp tepki verdi. Ama sonlara doğru Duras’ın söyledikleri herkeste derin bir huşu ve düşünce derinliği yarattı; “ İnsan içinde bir yabancıyı barındırır, yazmak işte o yabancıya ulaşmaktır.” İşte o yabancılar birbirlerinden de o kadar farklıydılar ki, dünya üzerinde yazar sayısı kadar yazarlık tanımı olmalıydı bu yüzden.
Kütüphanenin yeni kitaplarının konduğu raflardan bir başka yazar(henüz yeni olduğu için kimse onun adını bilmiyordu) genç adama dönerek şunları söyledi; “yazarlık üzerine söylenenlerden ve yazılanlardan keyif duymaya ve acı çekmeye başladığınızda yazar oluyorsunuz demektir.”
Genç adam bu sözlerden sonra göz kapaklarını hafifçe hareket ettirdi. Uyanıyordu. Onu göre tüm fotoğraflar tıpkı en başta yaptıkları gibi hızlı ve muntazam bir düzen içerisinde kitaplarının arka taraflarında ki çerçevelerine geri dönmeye başladılar. Tıpkı gecenin başında kütüphanenin derin bir sessizlikten fısıltılar eşliğinde gürültülü bir hal alması gibi şimdi de kütüphane sessizleşiyordu. Genç adam tamamen uyandığında kütüphanede çıt yoktu. Etrafa önce şaşkın, sonra uykulu gözlerle bir kez daha baktı. Kütüphane de neden olduğuna anlam veremiyordu. “Onu binlerce kitabın içine sürükleyen tutkunun ürünü nasıl yeşerecekti?” Aklından geçen tek düşünce buydu. Genç adama göre yazarlık, ertesi gün tekrar hayata dönülebilen bir intihar şekliydi, bir tükenişin ve başlangıcın adıydı.
Gördüklerinin bir rüyamı yoksa gerçek mi olduğunu hiçbir zaman bilemeyecekti. Her gece masasında düşünürken dünyayı beğenmeyecek ve insanların bütün açıklarını kapatma isteği ile yanıp tutuşacaktı. Ardından kendini bu kütüphane de bulacak ve yazar olabilmeyi umacaktı.
0 Yorumlar