Anadolu Erenleri Kimlerdir


Bağdat’taki asma Takkeci İbrahim, adı üzerine de takke yapar, takke satar. O devirde her sanat iyi kötü para yapar ve kolunda bileziği olanlar kimseye muhtaç olmadan yaşarlar. Hoş, İbrahim Efendi’nin de keyfi yerindedir. Topkapı sur dışında bir küçük evi vardır ve çorbası tıkırdar. Oğul uşak mutludurlar. Ah, bir de yakınlarında bir yerlerde mescidleri olsa. Civarda en yakın cami Mevlânâkapı’dadır. İbrahim Efendi zaman zaman eteğini tutar, beylere paşalara çıkar. “Aman efendim” der “N’olur bizim mahalleye de bir cami”. Muhatapları gelir, bakar ama dudak bükerek dönerler. Mahalle gerçekten çok tenhadır, öyle ya sıra bu kuytuya gelesiye kadaar… Gel zaman git zaman Takkeci İbrahim, mescid işine fena takar. İşini gücünü bırakıp uzak semtlerdeki cami inşaatlarına koşar. Harç taşır, taş kırar. Mimarlarla tanışır, amelelerle muhabbet kurar. Hasılı hepsinden bir hisse kapar. Kafasında muhteşem bir külliye şekillenir, ama para nerede. İşte böyle koşturup kovaladığı bir günün ardından rahlesinin başına çöker. Yasin okur, Tebareke okur, âlemlerin efendisine, dört halifeye, aşereyi mübeşşereye, mezhep imamlarına, şehitlere, gazilere, hasılı cemi cümle enbiyaya, evliyaya hediyye eder. Amme de okusa iyidir ama gözleri düşer. Şöyle azıcık bir dalsa kendine gelecektir. Tam o sıra ocağın önündeki keçe döşek gülümser, sanki “gel gel” der.
RÜYA Garibim bu davete dayanamaz, önce ateşe irice bir meşe odunu atar, sonra elini yanağının altına koyar. Tavanda kızılca gölgeler oynaşırken hayallere dalar. Yine arsa bakar, taş ısmarlar. Sonra mimarlar, ustalar, nakkaşlar. Derken hayalindeki cami ortaya çıkar. Yanık sesli bir müezzin minarede görünür ve elini kulağına atar. Sonra komşularla birlikte namaza dururlar. Sahneler peşpeşe değişir. Cüz keselerini sallaya sallaya koşan çocuklar… Hoca efendinin önünde diz kıran delikanlılar… Mukabele süren kadınlar… Mahalleye tatlı tatlı nur yağar, kuşlar bile Kur’an okurlar.
Hayalleri mi hoştur, yoksa yorgun vücudunu rehavet mi sarar bilemiyoruz ama rüyalara dalar. Bir asma altında oturuyordur, etrafında entarili, keyfiyeli insanlar… Yaprakların arasında güzden kalma bir salkım üzüm vardır. Bu gözden kaçan taneler çok tatlı olmalıdır. Derken mekân değişir ve gülyüzlü bir dervişle tanışır. Dervişin gamzeleri derinleşir dişleri inci inci belirir. Kara gözlerini iri iri açarak sorar: “O üzümü neden yemedin?”. – Yemem mi lâzımdı? – Elbette o senin nasibindi. – Bilseydim yerdim. – Haydi git ye! – İyi ama nerede? – Bağdat’ta. – Koca şehirde bir salkım üzüm. Nasıl bulunur?
- Hele yola çık, bulursun.
DELİ Mİ NE? Takkeci İbrahim uyanır. Ağzında hoşça bir tad. Belki de nur yüzlü dervişin getirdiği neşe. İyi de bütün bunların hayalini kurduğu cami ile ilgisi nedir? Bunu kestiremez ama sanki ilgisiz de değildir. Hani “aşığa Bağdat sorulmaz” derler ya, hemen o gün çıkınını hazırlar. Hanımı sorar: Yine nereye? – Bağdat’a
- Adam sen deli misin? – Bilmem? – Orada ne bulacağını sanıyorsun?
- Bir salkım üzüm. Onu da bulursam. Karısı “Ya sabır” çeker, boynunu büker. Yıllardır cami cami diye sayıklayan şaşkının ilk dengesiz hareketi bu değildir ki. Sonra omuzunu silker işine döner “Amaan ne hali varsa görsün” der, “nasıl mutlu olacaksa öyle yapsın.” Takkeci İbrahim çeker çarığını yollara düşer. Ama Bağdat bulunur belde değildir. Yolda mevsimler değişir. Anadolu’nun ayazı ustura gibi keser. Elleri çatlar, ayakları şişer. Sonra kumlar ve çöller. Vahalar, palmiyeler. Hasılı aç kalır, açıkta kalır ama yılmaz. Sora sora Bağdat’ı bulur. Bu şirin şehri çok sever. İmam-ı âzam, Musa Kâzım ve Abdülkadir-i Geylani Hazretleri’nin türbelerini ziyaret eder. Sonraki günler de Cüneyd-i Bağdadi, Maruf-i Kerhi, Sırrı Sekati, Hallacı Mansur, Ahmed bin Hanbel, Behlül Dane, Bişr-i Hafi gibi velilerin kabirlerini gezer.
RÜYALARA İTİBAR OLSA… Yapacak iş gidecek ziyaret kalmayınca Dicle kenarında bir gölgeye çöker. Arabın biri kılığına kıyafetine bakarak “Hayrola Türk” der “ne iş?” Takkeci İbrahim samimiyetle anlatır. Adamcağız teaccüb eder. “Hayret bi şey” der, “şimdi sen bir salkım üzüm için aylarını harcadın öyle mi?” – Evet öyle. – Seninki de iş yani. Hiç rüyalara güvenilir mi? Bana uykularımda hazinelerden bahsediyorlar, gülüp geçiyorum. Yok efendim, İstanbul’da Topkapı diye bir yer varmış da, orada Takkeci İbrahim diye biri yaşarmış da, onun arka bahçesinde kör bir kuyu varmış da, burada bir küp altın saklıymış da… Mış da… Mış da… Mış da… Bir sürü fasarya. Takkeci İbrahim rüyada gördüğü asmayı bulur mu, üzümü yer mi bilemiyoruz. Ama apar topar İstanbul’a döner ve arka bahçesindeki kör kuyudan küpü çıkarır. Sonra.. Sonrasını tahmin etmeniz lâzım. Elbette rüyalarındaki camiyi yaptırır. Bu öylesine sanatlı bir eserdir ki, kuytu mahalleyi kımıldatıp kıpırdatır.
PEKİ YA ŞİMDİ Şimdilerde Topkapı darma duman. Bir koca mahalle, bitpazarı, hurdacılar kaldırıldı. Bir bakıma da iyi oldu Takkeci İbrahim Camii tekbaşına ortada kaldı. Hele etrafı da yeşillenince biblo gibi gülümseyecek. Evet Topkapı’da eski Rumeli garajının arkasında hani E-5 kenarında yer alan camiyi görmüş olmalısınız. Takkeci Camii o işte.
Gelgelelim 4 asırlık cami perişan mı perişan. Ahşap kubbesi ile tarzında zirve olan cami akıbetine terkedilmiş. Ne dersiniz tamir ettirmek için birilerinin Bağdat’lı rüyalar görmesini mi beklesek? Not :Caminin 1592 yılında yapıldığını düşünürseniz bu hikaye en az 4 asırdır anlatılmaktadır. Ancak batılılar İslam dünyasındaki çarpıcı hikayeleri göz göre göre çalar, romanlaştırırlar. Sonra da kendi kültüründen haberi olmayan nesillerin önüne koyarlar. İşte bir zamanlar fırtınalar koparan “Simyacı” romanı bu menkıbenin kopyasıdır.

İslâmiyet henüz dört halife devrinde Arabistan’dan taşar ve bir anda Orta Asya’yı, Kafkasları, Kuzey Afrika’yı sarar. Hak din ışık hızıyla yayılır. Belki Avrupa’ya da atlayacaktır ama önlerinde Bizans gibi hilekâr bir rakip olmasa.
Müslüman mücahidler büyük bir aşk ile dünyaya yayılır, insanları kurtuluşa çağırırlar. Öylesine gayretli ve samimidirler ki gittikleri yerlerde muhabbetle karşılanırlar. O yıllarda Roma eski gücünde değildir. Saray fıkır fıkır kaynar, imparatorlar hile ile ayakta dururlar. Saltanatlarını devam ettirmek için insanları gerer ve olur olmaz bahanelerle müslümanlara saldırtırlar. O kadar fitne kaynatır ve öyle çok ayağa dolanırlar ki hedef olurlar. Artık bu sözünde durmayan, anlaşmalara uymayan, arkadan vuran, kısacası “devlet gibi devlet olamayan” köhne İmparatorluk ortadan kaldırılsa gerektir. Nitekim Araplar defalarca İstanbul’u kuşatır, bu uğurda dondurucu soğuklara, yakıcı ateşlere katlanırlar. Ve sıra gelir Halife Abdülâziz’e. İstişare toplantısında ilk sözü Sultan alır. Ömer bin Abdülâziz “Elbette Allah-ü teâlâ’nın gücü dinini korumaya yeter” der, “İnanıyoruz ki Müslümanlar muzaffer olacak ve bu kutlu sancağı kıtalar ötesine taşıyacaklar. Bir gün İstanbul’un alınacağını adım gibi biliyorum ama isterim ki ‘güzel asker ve güzel komutan’ müjdesine bizler nail olalım” Hoş komutanları da farklı düşünmezler. O gün hep birlikte “sefere hazırlık” kararı alırlar. Buna göre süvariler Anadolu üzerinden yürüyecek, donanma Akdeniz’den çevirecektir.
Toplantının bitimine doğru bir genç doğrulur ve sarığından taşan saçları elinin tersiyle omuzlarına atar. Siyah sakalı ve zeytin karası gözleri ile dünyalar güzelidir. Lâkin heybeti düğme ilikletir. Nitekim koca koca komutanlar toparlanır, edeple ayağa kalkarlar. Ortalığı görülmedik bir sükun sarar. Ömer bin Abdülâziz gülünce gamzeleri derinleşen sevimli gence döner, “Buyur ya Bilâl” der, “söz senin!” Genç mücahid üstünkörü bir harita çizip Karadeniz’i gösterir. “Eğer” der, “Hristiyanlar bu sularda fütursuzca dolaşabiliyorlarsa kuşatmanın mânâsı kalmaz. Bu, her an arkamızdan vurulabiliriz demektir. Bana sorarsanız Karadeniz’de kalıcı kadırgalarımız olmalı ve onları yine o coğrafyanın çocukları dolandırmalı” – İnşaallah paralı askerleri kastetmiyorsun. – Asla. Bize bizden gerek. – Seyyid Bilal açık konuşabilirsin. Senin dilinin altında bir şeyler olmalı. – Eğer izin verirseniz. Ortaasya ve Kafkasları dolanabilir küçük ama çevik bir ordu toparlayabilirim. Halife yardımcılarına bakar. Bilâl bu, yapamayacağını söylemez, söylediğini yapar. Nitekim “İzin senin” der, destur verirler. Mücahidimiz, kardeşi Ali ve birkaç sâdık adamıyla yollara düşer.
ÖNCE ORTAASYA Seyyid Bilâl ve arkadaşları İran üzerinden Türkistan’a çıkarlar. Olacak bu ya Horasan civarlarında şakilerin saldırısına uğrarlar. Yöreyi haraca kesen haydutlar onları garip kervancılara mı benzetirler bilinmez ama baltayı taşa vurduklarını anlar, pişman olurlar. Ucuz soyguncular yalvaran tacirlere alışıktırlar, ancak eğitimli muhariplerle karşılaşınca dağılırlar. Seyyid Bilal ve arkadaşları çete reisini esir alır, adaletin karşısına çıkarırlar. Bu hiç beklenmedik bir şeydir. Yıllardır yörenin kanını emen soyguncuların yakalanması halkı çok sevindirir, mücahidler bir anda destan kahramanı olurlar. Artık insan aramakla uğraşmazlar, zira insanlar etrafına toplanırlar. Biliyor musunuz, bütün Arablar az çok hatiptirler ama Seyyid Bilal konuşunca ünlü hatipler bile susar. Kafalarını mânâlı mânâlı sallar, “İşte hitabet buna derim” diye mırıldanırlar. Genç mücahid önce biricik kurtuluşun İslâm’da olduğunu anlatır. Sonra insanları İslâm’la tanıştırmanın ehemmiyetinden bahseder ki bunun tek yolu vardır: “Cihad!” Asyalılar bu gül yüzlü gence ısınır ve ona inanırlar. “Yeter ki sen emret” derler, “gel de gelelim, öl de ölelim”. Mübarek “benim için değil” der, “yaşamak da ölmek de Allah için olmalı” Hasılı Seyyid Bilâl ve adamları küçük bir ordu kurar, dahası Karadeniz’de dolanmaya başlarlar. İşte şimdi Halife ardından vurulmayacağını bilir ve rahat bir kuşatma yapabilir. Bizanslılar buna çok bozulurlar. İmparator Seyyid Bilal’in başına öyle bir ödül koyar ki, duyan ıslık çalar. Kafatası avcıları ellerini oğuşturur, kan tacirleri arsız arsız yalanırlar.
BİTMEYEN SEVDA İSTANBUL Sahabe-i Kiram (âleyhimürrıdvan) orduları İstanbul’u alamazlar ama meşaleyi yakarlar. Sur diplerindeki nurlu kabirler mücahidlere hedef gösterirler. Gaziler kutlu ordunun başladığı işi bitirmek için çırpınır. İşte Seyyid Bilal dahi “güzel asker” müjdesine kavuşmak için yola çıkan yiğitlerden biridir. Karadeniz üzerinden kadırgalarla İstanbul’a yürür ama Sinop açıklarında öyle bir fırtınaya yakalanır ki…

Mücahidler vergilerini verir, el sıkışırlar. Bu meblağ “kısa günün kârı” diyebilen için iyi paradır. Ama Tekfurun gözü yukarlardadır.
Sinop’u ziynetlendiren mücahid “Seyyid Bilâl” Denizin şakası olmaz derler. Hele Karadeniz’in şakası hiç olmaz. İşte Seyyid Bilâl ve arkadaşlarının deryada dolandıkları günlerden birinde sular kabarır, gök kararır. Rüzgâr önce tatlı tatlı ıslıklanır sonra ortalığı koparır. Ardından kar, bora, fırtına. Bu civarda sığınabilecekleri tek yer Sinop Limanı’dır. Onlar da öyle yaparlar. Seyyid Bilâl kardeşini adamlarının başında bırakır. Yanına Medineli Zeyd’i, Buharalı Ömer’i, Semerkandlı Buğra’yı alarak Tekfur’un yanına çıkar. Tekfur onları iyi karşılar, “Canım biz de denizciyiz, halden anlarız” der, “bizim gemicilerimiz de fırtınaya yakalanınca Arab limanlarına sığınıyorlar.” Seyyid Bilâl çok şey istemez. Fırtına dininceye kadar konaklamak için keseler dolusu altın vermeye hazırdır. Yeter ki tatlı ayrılsınlar. Nitekim el sıkışır, anlaşırlar. Aslında bu gözü kara yiğitler istediklerini zorla da almaya muktedirler. Belki kaleyi feth edemezler, ama isterlerse limanı ele geçirebilir ve teknelere el koyabilirler. Hepsi bir yana Rum gemilerini ateşe verebilirler ki bu Sinop’un beli kırıldı demektir. Neyse Müslümanlar teknelerini bağlar, karaya çıkarlar. Çadırlarını çatar, kazanlarını kurarlar. Sinoplular’dan peşin parayla et, sebze, ekmek alırlar. Garip halk kârlı bir ticaretin sevinciyle uçar.
ŞEYTANIN İŞİ YOK Gece olunca kale kapısı kapatılır, Rumlar duvarların ardında, Arablar çadırların altında uykuya dalarlar. Zaten bitab ve yorgundurlar. Gelgelelim Tekfur eli çenesinde dolanıp durmaktadır. Evet şu üç beş kese altın da iyi kazançtır ama Seyyid Bilâl’in kafası kadar değil. Eğer bunu becerebilirse Bizanslılar ona bir servet bağışlar, hâyâlini bile kuramayacağı bir gelecek sunarlar. Kimbilir belki de prenseslerden biriyle evlenir ve taht kavgalarına çomak sokar. Tekfur gece geç vakitlere kadar kâh vicdanının sesini dinler, kâh şeytanına uyar. Kadehleri devirdikçe keyfi çakırlanır. erkekliği tutar. Kini kabarır, gazabı kıpırdar. Tatlı hülyalar benliğini sarar. Şimdi bir yolunu bulup siyah saçlı genci pusuya düşürmeli ve başını vurmalıdır. Nitekim en usta silahşörlerini yanına alır ve sessizce kale bedenlerinden aşağı kayar. Fırtına durmuş, yağmur durulmuştur. Bir ara elinde kandil su başına yürüyen bir gölge görür ve sevinçten aklı başından uçar. Seyyid Bilâl teheccüd namazı için abdest almaya çıkmış, su başına yürümektedir. Onun çadırlardan iyice uzaklaşmasını bekler ve biranda etrafını çevirirler. Eh böyle bir kavga uzun süremez, genç mücahidi kargılarla köşeye sıkıştırır, kılıçla başını vururlar. Tekfur tam şehidimizin kesik başını eline almıştır ki kanı donar. Seyyid Bilal’in nurlu cesedi ayağa kalkar ve kafasını tekfurun elinden koparıp alır. Sonra üzerlerine öyle bir yürür ki köpek eniği gibi dağılırlar. Onun dirisine güç yetirirler ama ölüsü dudak uçuklatacak kadar heybetlidir. Üstelik kılıç kesmez, ok işlemez. Tekfur nefes nefese kaleye çekilir. Olayın şokuyla tırnaklarını kemirir. Adamları hafif isyan kokan bir üslupla “İşte bunu yapmayacaktık efendim” derler, “Gördünüz ki o bir aziz, Allah dostlarına kıyanlar iflah olmazlar!”
HAY ELİM KIRILSAYDI DA
Tekfur da pişmandır, ama ne fayda. Ertesi gün müslümanlardan bağışlanmasını ister, hatta yüce şehide kabir yeri verir, İslâmi usullerle defnine rıza gösterir. Müslümanlar çekip gider, Tekfur ısdıraplarıyla başbaşa kalır. Bir gönül ehlini katlettiği için çok bedbahttır. Hadiseyi hayatı boyunca unutamaz. Her gün garip misafirin mezarına gider, özürler diler. Hatta dahasını yapar ayağının ucuna gömülmeyi vasiyyet eder. Sadece o değil, bütün Sinoplular Seyyid Bilâl’in mezarına hürmet ederler. Zira zaman zaman kabrin üstüne nur indiğini görürler. Ozanlar Seyyid Bilâl’in hatırasını canlı tutar, onu yeni nesillere anlatırlar. Şehir hadiseden yaklaşık 600 yıl sonra Selçuklu Sultanı İzzeddin Keykavus tarafından feth edilir. Alaattin Keykubat, Seyyid Bilal’in kabri üstüne bir türbe ve yanıbaşına bir cami yaptırır. Yanık sesli hafızlar gün boyu Kur’an-ı kerim okurlar. Yöre halkı daraldıkça Seyyid Bilâl’in kabrine gelir, onun hürmetine Allah-ü teâlâ’ya yalvarırlar. Öyle ya âlemlerin Rabbi herşeye kaadirdir. O (celle celalüh) sevdiklerinin hatırına neler yaratmazki.

İshak Bey Selçukluların önde gelen devlet adamlarından biridir. Güçlüdür, itibarlıdır, sözü geçer. Ama bütün bunlar biricik oğlunu istediği gibi yetiştirmesine yetmez.
Sadreddîn-i Konevî
İshak Bey Selçukluların önde gelen devlet adamlarından biridir. Güçlüdür, itibarlıdır, sözü geçer. Ama bütün bunlar biricik oğlunu istediği gibi yetiştirmesine yetmez. Genç yaşta yataklara düşer, göz göre göre eriyip biter. Son nefesinde ellerini açar “Ya Rabbi” der, “Sadreddin’imi sana ısmarladım” ne görür bilemiyoruz ama dudaklarında bir tebessüm parıldar, gözlerini huzurla kapar. İşte o günlerde evliyanın önderlerinden Muhyiddîn-i Arabî Hazretlerine Anadolu’ya gitmesi emredilir. Vazifesi nettir: “Sadreddîn’i bul ve yetiştir!”
YOL KONYA’YA Muhyiddîn-i Arabi Hazretleri manevi işaretler üzerine Konya’ya gelir ve müstâkbel talebesini bulur. Küçük Sadreddîn’i görür görmez sever. Onun mayasındaki temizliği keşfeder. Eğer bu cevher iyi işlenebilirse âleme ışık tutan bir veli olabilir. Muhyiddin-i Arabi Hazretleri yetim Sadreddin’in manevi vesayetini almakla kalmaz, annesini de nikah eder ve ona baba olur. Hadiselere dünya gözüyle bakanlar bu evliliğe bir mânâ veremezler. Böylesine zengin ve itibarlı bir hanım dul bile olsa, beylere lâyıktır. Bu kadın nereden geldiği bilinmeyen meçhul bir dervişle niye evlenir, hem şu mağripli fukaradan ne bekler? Muhyiddin-i Arabi Hazretleri küçük Sadreddîn’i hem bilgiyle donatır, hem nefsinden kurtarır. Büyük veli nasipli Sadreddîn’e çok şey verir. Onun berrak zihnine ilmin özünü nakşeder. Dahası Halep ve Şam’a götürür. Allah aşıkları ile tanıştırır. Bunlar öylesine feyzli ve bereketli günlerdir ki gönlüne nehirler akar. Muhyiddin-i Arabi Hazretleri ile Sadreddîn’i Konevi arasında güçlü bir rabıta doğar. Artık mesafelerin önemi yoktur. Hatta onları ecel bile ayıramaz. Ölümünden sonra hocasına olan muhabbeti daha bir artar. Dizi dibinde kavuşamadığı makamlara kabri başında kavuşur. Sadreddîn-i Konevî Hazretleri babasının ardından Anadolu’yu nurlandıran büyüklerden Evhadüddîn-i Kirmânî Hazretlerinin derslerine katılır ve ondan icazet alır. Artık o kâmil bir mürşiddir.
UYANIK OLANIN HAKKI Bir gece hırsızın biri Sadreddîn-i Konevi Hazretlerinin dergâhına girer. Ancak duyduğu tıkırtılar üzerine bir kuytuya siner. Konevi Hazretleri adım adım yaklaşır ve az ötesine seccadesini serer. Hırsız, girdiğine gireceğine pişmandır, soygundan filan çoktan vazgeçmiştir ama bu saatten sonra bana müsaade deyip çıkamaz ki. O kadar utanır ve o kadar içten tövbe eder ki yıkanıp arındığını hisseder. Eğer bu cendereden kurtulursa dürüst bir insan olacak, servetini hak sahiplerine dağıtacaktır. Gecenin bir vakti kapı çalınır. Çehresi ayın ondördü gibi parlayan biri içeri girer, öyle ki yüzünün şavkı kubbeyi aydınlatır. Esrarengiz misafir “Ey Gavs Hazretleri” der, “Yedilerden biri vefat etti. Yerine kimi tayin edelim?” Sadreddîn-i Konevî Hazretleri mânâlı mânâlı güler. “Bu mâkam, bu saatte uyanık olanların hakkı olsa gerek” der, “Bak bakalım etrafta uyanık biri var mı?” Hızır Aleyhisselam elinde çırağ ile köşeye sinen hırsızı aydınlatır. “Burada birisi var ama” der, “bilmem olur mu?” Sadreddîn-i Konevi Hazretleri “Niye olmasın” der ve onu yedilere seçerler. İşte içten yapılan tövbe insanı böyle temizler. Sadreddîn-i Konevi Hazretleri mânâ âleminde çok ilerler, lâkin ona baş gözüyle bakanlar bir fevkaladelik göremezler. Ama Çeşme Kapısı yakınlarında imamlık yaptığı küçük mescidin cemaati hariç. Bu mescidin müdavimlerinden bir kuyumcu vardır ki benzeri az bulunan bir sanatkârdır. Bir gün Selçuklu Sultanı Alâaddîn ona ceviz iriliğinde bir elmas verir ve bundan bir kolye yapmasını ister. Uzun uzun kulpunu, zincirini konuşurlar. Olacak bu ya kuyumcu oturduğu yerde elması düşürür. Sonra çıkar gider. Vezir (Sahip Atâ) döşeğin üstünde bulduğu elması sultana verir. Sultan muzip bir ifadeyle “Hay şaşkın adam” der, “dur bakalım kaybettiğini anlayınca ne yapacak?” Kuyumcu koyduğunu çok iyi hatırladığı kuşağında elması bulamayınca şok olur. Topuklarına kadar ter basar, beti benzi solar. Geçtiği yolları defalarca arşınlar ama ne bir iz bulur, ne bir nişan. Kaybettiği elmas sıradan birinin değildir ki subaşılara gitse. O telaşla Sadreddîn-i Konevi Hazretlerine gelir ve “Aman şeyhim” der, “derdime bir çare” Mübârek sakin sakin sorar “Sır tutmasını bilir misin?” – Elbette Öyleyse söyle bakalım o taş ne kadardı. – Diyelim ki ceviz kadar.
ASLINDAN GÜZEL Konevi hazretleri yerden aldığı bir çamuru avucunda şekillendirir ve çıkarıp güneşe koyar. Sonra açar ellerini yalvarmaya başlar. Çok geçmez çamur pırıldamaya başlar. Kuyumcu sipariş edildiği üzere nefis bir kolye yapar ve sultana götürür. Sultan hayretler içindedir. İki taşı yanyana koyar ama fark bulamaz. Başka kuyumcuları çağırtır, taşın sahte olup olmadığını sorar. İşin erbabları kolyedeki taşın diğeriyle birebir aynı olduğunda mutabıktırlar. Sultan kuyumcuyu kenara çeker. “Bak iyi biliyorum” der, “Bu taştan bir tane daha yok. Hoş olsa bile almaya gücün yetmez. Söyle bunu nereden buldun?” Kuyumcu sır saklayacağına dair verdiği sözleri hatırladıkça buram buram terler, ama hırsızlıktan uğursuzluktan da yargılanmak istemez. Olanları bir bir anlatır. Sultan, Sahip Atâ’yı alarak Sadreddîn-i Konevi Hazretleri’nin mescidine gelir, ama hâlâ tereddütler içindedir. Açıktan açığa soramaz ama içinden “Bu mümkün mü hocam” der, “çamurdan elmas olur mu?” Mübarek soruyu duymuş gibi gözlerini yumar “O (Celle Celalüh) nelere kaadir değildir ki” der, “yeter ki istemesini bilelim”. Sultan kalbinden “hadi” der, “hadi şunlar da mücevher olsun da görelim.” Ve görür. Önündeki narlar irileşip yarılır, taneler yakut yakut parıldamaya başlar, tabağa düşenler çın çın ses çıkarırlar. İşte iç kale ve Alâaddîn külliyesi o cevherlerle inşa edilir.

Şems-i Tebrizi sırların kapısını araladıkça Mevlânâ coşar. İlahi aşk üzerine içli beyitler yazar. Eşine az rastlanan bir divan şekillenmek üzeredir ancak…
Ayrılık hem zor hem çok acıdır Hasret Şems- Mevlânâ dostluğu hikmetlerle doludur, ancak bazı nasipsizler hocalarını kendilerinden koparan garip dervişe diş bilerler. Adına kıskanmak mı denir, yoksa çekememezlik mi bilemeyiz ama dedikodu üretirler. Mevlânâ az kimseye nasip olan sırlara kavuşunca etrafındakileri göremez. İlahi aşk ile kendinden geçer. Ama Şems-i Tebrîzi sakin ve şuurludur. O değil yüzleri kalpleri okur. Gitgide artan tadsızlığın farkındadır. Mevlânâ’ya bir şey yapılmasından endişe eder. Vedâlaşmanın acısına dayanamayacağını düşünür ve geldiği gibi sessizce gider, Konya’yı terkeder. Mevlânâ Hazretleri perişan olur. Onun yokluğuna dayanamaz. Gece gündüz yoldaşını sayıklar, onun için yanık mısralar yazar.
PİŞMAN OLURLAR AMA Günün birinde yalancının teki Mevlânâ’ya “Gözünaydın” der, “Şam’dan geliyorum, Şems-i Tebrizi’nin sana selâmı var.” Mübarek cübbesini, takkesini, elindekini, cebindekini nesi, ama nesi varsa bu adama verir. Sevenleri araya girer “Yalan söylüyor efendim” derler, “Bırakın Şems-i Tebrizi’yi görmeyi, Şam’a bile gitmedi!” Mevlânâ Hazretleri buruk buruk güler, “Biliyorum” buyurur, “ben zaten onları yalanına verdim. Hakikisine canımı verirdim!” Konyalılar bu içli manzaralar karşısında pişman olurlar. İftiracılar nefis muhasebesi yapar, nurlu misafire haksızlık ettiklerini anlarlar. Hatta “Aman Şems-i Tebrizi gelsin de” derler, “İsterse Mevlânâ bizimle hiç görüşmesin!” Celaleddîn-i Rûmî asırlar kadar uzun geçen günlerin ardından Şeyhinin izini bulur. Onu tekrar Konya’ya davet eder. “Kâbul” cevabını işitince çocuklar gibi sevinir ve oğlunu (Sultan Veled) Şam’a yollar. Sözkonusu seyahat hikmetlerle doludur. Mevlânâ’nın oğlu bu Allah dostuna çok hizmet eder. Bir köle gibi atının arkasından yürür ve bir ömür çalışsa ulaşamayacağı nimetlere kavuşur. Hallere sırlara gark olur. Gün gelir yol biter, Konya görünür.
Mevlânâ “Geliyorlar” müjdesini getiren gence o kadar çok şey bağışlar ki kendisi fakir kalır. Şems’in dönüşü muhteşem olur. O gün bütün Konya ayaktadır. İki Hakk aşığının kucaklaşması duygu yüklüdür, en taş kalpliler bile hıçkırıklara boğulur. Şems Hazretleri Mevlana’ya döner: “Benim bir serim (başım) ve bir sırrım vardı” buyururlar, “serimi sana verdim, sırrımı oğluna!”
AYRILIK Konyalılar bundan böyle Mevlânâ Hazretleri’nin kendilerine iltifat edeceğini sanırlar. Ama bu kez yüzünü bile göremezler. Şems anlatır Mevlânâ yazar. Şems anlatır mevlânâ yazar. İki Hakk aşığı başbaşa verir, dünyayı unuturlar. Günlerce mescide kapanırlar. Yine fısıltılar başlar, dedikodular ayyuka çıkar. Şems-i Tebrizi gibi bir veliye “büyücü mü ne?” diye kulp takarlar. Mevlânâ aldığı manevi haz ile bir şey görmez, ama Şems Hazretleri yaklaşan akıbetin farkındadır. Hatta bir ara Sultan Veled ile vedalaşır ve “Bu seferki ayrılığın acısı derin olacak” der. İşte o sıralarda bir gece (5 aralık 1247) Şems-i Tebrizi’yi dışarı çağırırlar. Mevlânâ Hazretleri sadece “Allah” diye bir ses duyar ve hızla dışarı çıkar. Ama kimseyi göremez. Yerdeki kan izlerine bakılırsa görüşmeleri ahirete kalmıştır. Çok geçmez Sultan Veled Hazretleri rüyasında Şems-i Tebrizi’nin atıldığı kuyuyu görür ve eliyle koymuş gibi bulur. Mübareğin nurlu naaşını alır medreseye defnederler. Mevlânâ Hazretleri üzerinde çalıştıkları eseri bir başına tamamlar ve adını “Divan-ı Şems” koyar. Büyük veli bundan böyle halk içine çıkar ve yeniden sohbete başlar. Şimdi daha mânâlı konuşur ve daha kuşatıcıdır. Derslerine yüzlerce kişi katılır, evine girinceye kadar etrafında pervane olurlar. Talebelerinin hepsi çok şey kazanır ama Hüsameddin Çelebi ve Selahattin Zerkûb başkadır.
Sultanlar bile korkar Selçuklu sultanları, Celâleddin Rûmi Hazretlerine çok hurmet ederler. Hatta Alâaddin Keykûbat “Bütün erlerim benden korkuyorlar, halbuki bilmiyorlar ki ben de bu Allah erinin heybetinden titriyorum” der. Birgün Mevlânâ Hazretleri Sultan Rükneddin’in evinde peydâhlanır ve “Çabuk!” der, “Çabuk dışarı çıkın!” Onlar çıkarlar ev yıkılır. Bu aşikare keramet sultana çok tesir eder. İşte tam o günlerde bazı beyler Rükneddin’i Aksaray’a davet ederler. Sultan Mevlânâ Hazretlerine sorar. “Gitme” buyururlar, söz dinler gitmez. Ama ikinci dâvete sormadan gider ve katledilir. Mevlânâ Hazretleri şairdir, sanatkârdır ama doğru bildiğini dosdoğru söylemekten sakınmaz. Hatta bir gün nasihat isteyen sultana “Sana ne nasihati vereyim? Sana çobanlık emretmişler, kurtluk yapıyorsun, bekçilik emretmişler, hırsızlık yapıyorsun. Allah-ü teâlâ’nın nimetlerini yiyor, ama şeytana uyuyorsun!” diyecek kadar açık yüreklidir.

Ben Kur’an’ın kölesiyim. Ben Muhammed âleyhisselâmın ayağının tozuyum. Kim benden bundan başkasını naklederse, onlardan da sözlerinden de bizârım.
Ölüm bizim gibiler için elbette ürkütücüdür ama Hakk aşıkları hayatları boyunca o anı özlerler. Mevlânâ ölümü “Şeb-i Aruz” diye adlandırır ki “düğün gecesi” demektir. Mübarek son anını bilir ve hazırlanır. Yerine Hüsameddin Çelebi’yi vekil bırakır ve “cenaze namazımı hocam (Sadrettin-i Konevi) kıldırsın!” buyururlar. Ölüm halleri başladığında Konya beşik gibi sallanır. Bazı evlerin duvarları yıkılır, halk dehşete kapılır ama o kendini göstererek “Zavallı toprak” der, “şöyle bir lokma istiyor”. Ardından talebelerine döner ve “Sizlere açıkta ve gizlide Allah-ü teâlâ’dan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az söylemeyi, günahlardan çekinmeyi, oruca ve namaza devam etmeyi, şehvetten kaçmayı, halkın cefasına dayanmayı, sefihlerden uzak durmayı, salihlerle birlikte olmayı vasiyyet ediyorum” der, “Biliniz ki insanların hayırlısı, onlara faydalı olandır. Hamd, yalnız Allah-ü teâlâ’ya mahsustur.”
O anda yanıbaşlarında temiz simalı biri belirir. Hüsameddin Çelebi edeple yaklaşarak “Afedersiniz” diye sorar, “Tanıyamadım da?” Esrarengiz misafir dostça gülümser. “Bana” der, “ Azrail derler”. Mübarek çok heybetli ama çok rahatlatıcıdır. Mevlânâ Hazretleri sevinç içindedir. “Haydi!” diye yalvarır, “biran önce canımı al, beni Rabbime kavuştur.” O gün bütün Konya ayaktadır. Cenaze namazını Sadreddin-i Konevi hazretleri kıldırır, ancak bir ara duraklar. O hali sorulduğunda. “Biz kimiz ki?” buyururlar. “Onun namazını Efendimiz kıldırdı, melekler saf tuttu.”
ONU NE KADAR ANLADIK
Mevlânâ Hazretleri dinimizin emirlerine harfiyyen uyar. Hayatı boyunca ne raks eder, ne de ney, rubab, def, tambur çalar. Hatta bir gün yanına gelen biri “Üstadım!” der, “Müzik bana cennet kapısının sesi gibi geliyor.” Mübarek gülümser. “Doğru” der, “Ancak biliyor musun o ses, kapının açılırken değil, kapanırken çıkardığı sestir!” Evet bugün müze haline getirilen türbede birçok müzik aleti sergilenir ancak neylerden biri İhsan Sertoğlu’ndan alınır, diğer ikisi İstanbul konservatuarından getirilir (Neyzen Tevfik ile Bahaddin Ökte’ye aittir). Türbe içindeki camekânlarda Murat Öztorun’un kemençesi, Cahit Özkan’ın rubabı, Celibe Şenes’in tamburu, Şeref Tuğ’un kudümü, Laike Karabağ’ın kemanı ve Safiye Ayla’nın udu boy gösterir ancak en eskisi 1945 tarihlidir. Halbuki Mevlânâ Hazretleri şiire bile hoş bakmaz. “Dostlar sıkılmasın diye şiir söylerim. Yoksa usanmışım şiirden. Şiir nerde ben nerede?” der. Yine altını çize çize: “Ehli dünya oynar durur, bunu sema sanır!” buyurur. Onun ney’den maksadı kendi varlığından arınmış, Allah-ü teâlâ’nın aşkı ile dolmuş kâmil insandır. Mevlânâ Hazretleri bırakın çalgılı semaları, mesnevisinde: “Pes zi can kün, vasl-ı canan ra taleb Bi leb-ü bi gam migü, nam-ı Rab!” yazar ki “O halde sevgiliye kavuşmayı can-u gönülden iste. Rabbinin ismini kalbinden söyle, dudağını bile oynatma!” mânâsına gelir.
GEL, AMA KİME?
Mevlânâ Hazretleri ömrü boyunca insanlığı felâha (kurtuluşa) davet eder:
“Gel, gel, her kim olursan ol gel, Müşriklerden, mecusilerden, putperestlerden de olsan gel. Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir
Tevbeni yüz kere bozmuş olsan yine gel!” diye çağırdığı şey yüzbirinci tevbedir. Dinimizde ümitsizliğin yeri yoktur ve İslâmiyet bütün insanlığa gelir. Bu beyitleri “o halinle gel ve o halinle kal” gibi anlamak bazılarının işine gelir, halbuki maksat çok açıktır: “İslâm’a çağrı!” Nitekim mübarek tartışmayı yine kendi beyitleriyle bitirir ve noktayı koyar: “Men bende-i Kur’an’em, eğer can darem Men hâk-i reh-i Muhammed muhtarem Eğer nâkl küned cüzin kes ez güftârem Bizârem, ezü ve zan sühun bizârem…” Ki: “Ben sağ olduğum sürece Kuran’ın kölesiyim Ben Muhammed Aleyhisselam’ın ayağının tozuyum Kim benim sözümden bundan başkasını nakl ederse Ondan da bizârım, o sözlerden de bizârım” mânâsına gelir. Bizâr rahatsızlık sıkıntı demek, onun adına bir şeyler söyleyenler Mevlânâ Hazretleri’ni bizâr ettiklerinin farkındalar mı âcâba? Ne büyük vebal ama!

Biliyor musunuz Kırım ve Kafkaslar oldum olası kan kokar. Başı dumanlı dağlarda kartallara komşuluk yapan insanlar başlarına buyruk yaşarlar.
Esaretten saadete
Biliyor musunuz Kırım ve Kafkaslar oldum olası kan kokar. Başı dumanlı dağlarda kartallara komşuluk yapan insanlar başlarına buyruk yaşarlar. Coğrafyanın sertliğinden mi bilinmez çabuk parlar, çabuk kapışırlar. Eh zaman zaman kavgalar yaşanır. İşte böylesi mücadelelerden birinde Tatarlar baskın çıkar Çerkezleri esir alırlar. İçlerinde bir delikanlı vardır ki gücü kuvveti yerindedir ve iyi para yapar. Esir tüccarları bunu Kefe’de pazara çıkarırlar.
Bu temiz simalı genç bir bezzazın dikkatini çeker. Bedelini ödeyip alır ve dükkanına getirir. Tüccarın ilk işi kölesinin ayağındaki prangaları sökmek olur, sonra birlikte yemek yerler. Sahibi delikanlıyı berbere, hamama yollar, ardından üstüne yakışan bir elbise ısmarlar. Artık dükkanın üstündeki odacık ona aittir. Burada basit ama zevkli eşyalar vardır. Sedir, kilim, post, döşek, küçük bir soba güğümler, çaydanlıklar… Çerkez genci aylardan sonra ilk defa deliksiz uyur. Ne paslı zincirler, ne küflü dehlizler. İstediği an kapıyı açıp kaçabilir ama bunu asla yapmaz. Zira lûgatinde “ihanet” gibi bir kelime yazmaz.
MUHABBET DENİLEN ŞEY Aradan günler geçer. Delikanlı sahibinin beklediğinden de zeki çıkar. Almayı satmayı çabuk kavrar. Kısa bir süre sonra, benzer kumaşlar arasından kalitelisini ayırt eder ki yetişti demektir. Patronu ona itimat eder. Kasanın anahtarını bile ona bırakır, kazandırdığından pay ayırır. Hatta bir gün azad kağıdını bırakıverir önüne… Delikanlı ağlamaklı olur, çok hislenir. Halbuki matah bir yanının olmadığını iyi bilir. Yaşlı tüccar elini sallasa 50 tane uşak bulur ki bu iklimin insanları en az kendisi kadar beceriklidir. Bir gün Kefe’de yerleşen yaşlı bir Çerkeze içini açar: “O kadar iyilik görüyorum ki anlayamıyorum” der, “Bilmem ki bu tüccar benden ne bekler?” Yaşlı Çerkez uzun uzun güler. “Yavrum bu onların dininin gereği” der. Müslümanlar kölelerine yediklerinden yedirmek ve giydiklerinden giydirmekle mükelleftirler.” Bu sözler gencin içinde fırtınalar koparır. Fazla düşünmez, sessiz sedasız cemaata karışır. Önceleri hareketlerini önündekine yanındakine uydurmaya çalışan bir acemidir ama kısa sürede namaz kılmayı öğrenir. Dahası cemaatin büyüklerinden kendine bir İslâm ismi koymalarını ister. Aksakallının biri “Süleyman olsun” der ve öyle de olur.
HACI SÜLEYMAN AĞA Hani derler ya dünya kimseye kalmaz. Biricik ustası ansızın vefat eder. Mal mülk satılır, uzak illerdeki mirasçılara yollanır. Süleyman kalır mı bir başına. Ama artık o meslek erbabıdır. Kenara koyduğu üç beş kuruş ile ticarete başlar ve iyi kazanır. Gün gelir yanında insanlar çalıştırır. Adamlarına yaşlı tüccardan gördüğü gibi davranır. Bir bereket, bir bolluk sormayın. Derken Süleyman Ağa’yı bir Haremeyn hasreti sarar. Hacca gider. Döner ama gönlü orada kalır, işte o günlerde hoş bir rüya görür. Güya Kefe’nin tam karşı sahilinde, Sinop’tadır. Elinde yeşil bir sancak vardır. Onu sallaya sallaya yürür, ardına pırıl pırıl insanlar takılır. Nitekim kale kapısından çıkar ve sancağını yere çakar. Hakk aşıkları fevç fevç gelir, tekbir getirirler. Uyandığında bu rüyanın manevi hazzı ile doludur. Hemen Kefevi Camiine koşar, rüyasını erbabına anlatır. Ona “senin neslinden salih bir oğul gelecek ve insanları irşad edecek” derler. Hakikaten bir oğlu olur. Süleyman Efendi oğlunun yetişmesini çok ister. Mahmud zeki bir çocuktur. Hele Takiyyüddîn Kefevi gibi bir alimin elinde tozu alınmış cevher gibi parlar. Zahiri ilimleri çabucak kavrar, tasavvufa merak salar.
AH GÜZEL İSLAMBOL Molla Mahmud, Kanunili yıllarda İstanbul’a gelir Sahn-ı seman medreselerinde ilim devşirir. Kadızade, Abdurrahman Efendi, Mâlul Emir hoca ve Seyyid Abdülkadir gibi âlimlerin elinde şekillenir ki bunların her biri ayrı zirvedir. Nitekim Gürani Medreselerine müderris olarak tayin edilir. Ancak babasının içindeki Sinop sızısı bu kez ona sirayet eder ve önü çok açık olmasına rağmen müderrisliği bırakır. Medrese arkadaşları, meselâ Şeyh-ül İslâm Çivizâde, Zekeriyya Efendi, Kazasker Abdülganî, Behâeddînzâde ve Mevlânâ Saadeddîn yalvarıp yakarırlar. “Sen içimizde en kâbiliyetlimizsin” derler, “N’olur müderrisliği bırakma. Senin yerin sultanların yanı olmalı” Ama o aldığı işaretlerin cezbesindedir, arkadaşlarına aldırmaz. Çeker çarığını uzaklara gider. Sinop’ta ne vardır bilinmez onu çeker. Gelir babasının sancak diktiği yeri satın alır. Buraya bir cami ve talebe odaları yaptırır. Hem talipleri okutur, hem de yıllardır derlediği müsveddeleri kitaplaştırır. Bu çok emek isteyen ama eksikliği çok duyulan bir çalışmadır. Adem Aleyhisselamdan o güne kadar yaşamış olan 809 meşhuru anlatır, ki içlerinde peygamberler, sahabeler, mezhep imamları ve veliler vardır.
Aşıkların eşiği 63 yaş Mahmud Kefevi Hazretleri zahiri ilimlerde parmakla gösterilir. Ancak o dahasını ister. Şimdi bir kâmil mürşide varmalı, sırlara kavuşmalıdır. Bu nasıl samimi bir istektir ki mürşidi ayağına getirir. Mahmud bin Pir Ali Hazretleriyle tanışırlar. Artık kutlu dergâh Hakk aşıkları ile dolar, taşar. Mahmud Kefevi Hazretleri’nin bir özelliği güçlü rabıtasıdır. Alemlerin Efendisini sık sık rüyada görür ve müşküllerini ona sorar. İşte aşk ateşi ile dolup taştığı gecelerden birinde yine Server-i âlemin huzurundadır. Büyük bir edeb ve tevazu ile “Ya Resulallah” der, “Benim ömrüm hep böyle hasretle mi geçecek? Şu alçak dünyadan ne vakit kurtulur, size ne zaman kavuşurum?” Efendimiz (Sallallahü âleyhi ve sellem) “Bu beş bilinmeyen husustan biridir. Allahü teâlâ onları kimseye bildirmedi. Ancak sen ömrünle de bize benzersin” buyururlar ki işaret açıktır. Mahmud Kefevi Hazretleri 63 yaşına iyi hazırlanır ve o sene vefat eder. Sinoplular onun eksikliğini çok hissederler.

Anadolu’yu nurlandıran büyük insan Abapuş-i Veli, küçük oğlu Mehmed Çelebi’ye çok ihtimam gösterir. Çünkü o sıradan bir çocuk değildir
Mehmed Çelebi çocukluğundan farklıdır. Onun oyunla, oyuncakla işi olmaz, ufacık cübbesine bürünür, bir köşeye büzülür. Gözlerini iri iri açarak büyüklerin sohbetini dinler. Yıllanmış dervişlerin bile anlamakta güçlük çektiği meseleleri kolayca kavrar. İnsanı hayrete düşürecek bir zekası ve berrak bir hafızası vardır. Akranlarının çığlık çığlığa koşturdukları saatlerde kuytulara çekilir, tefekkür eder. Her anını zikirle süsler. Gece teheccüd namazını aksatmadığından olacak çok heybetlidir. Abapuş-i Veli “yavrum küçüktür” demez. Onu dünya nimetlerinden mahrum eder. Nefse zor gelen ne varsa yapmasını ister. Açlık ve uzletle geçen günlerin ardından sisler dağılır. Hakikat sırları sızmaya başlar. Gökler duvak duvak açılır ve öteler görülür. Çevresindekiler değişimin farkındadırlar, ona hürmette bulunurlar. Ama o parmakla gösterilmekten hoşlanmaz. Kendini yollara atar, önce Konya’ya koşar. Mevlânâ Hazretleri’nin manevi huzuruna çıkar. Burada yüreğine öyle bir ateş düşer ki, odun ateşine güler. Alevleri gonca görür, közleri okşar geçer.
DİVAN İRAN’DA Biliyorsunuz Timur ile takışan Bayezid telâfisi zor bir yenilgi alır ve Osmanlı’nın yıkılmasına ramak kalır. Şimdi “bu savaş niye oldu” gibi mânâsız bir münâkaşaya girmeyeceğiz. Zira o devrin şartlarını bilmeden yorum yapan hata eder. Yalnız bildiğimiz şu ki Timur en az Bayezid kadar ilme merâklı, âlimlere hürmetkârdır. Meselâ Konya’dan çok hoşlanır, Mevlânâ’nın tesirinde kalır. Bu büyük velinin türbesini defalarca ziyaret eder ve buradan bir hatıra almak ister. Gözüne Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri’nin elceğizi ile yazdığı Divan-ı Kebir takılır. Eh ona itiraz ne mümkündür, hem kimin haddine? Hasılı kutlu yadigar sarılır sarmalanır, Semerkand’a taşınır. Ancak Asya’da çatışmalar durulmaz. Timur cepheden cepheye koşarken Divan-ı Kebir’i yitirir. Nurlu Divan’ı kimler alır, kimler satar bilmiyoruz, ancak yıllar sonra Şah İsmail’in eline geçer. İşte o günlerde Celaleddin-i Rumi, dervişimizin rüyasına girer. “Divanımı bidat ehlinin elinde bırakma” der, “Git, al, getir ve yerine koy!” Çelebi Mehmed hemen o gün yola çıkar. Akranları “Şah İsmail gibi zalimin elinden kitap almak kolay mı?” deseler de aldırmaz. Divan-ı Kebir’i kurtaracağından adı gibi emindir. Aksini aklına bile getirmez. Zira onlar hocalarına “yıkayıcının elindeki ölü gibi” tabi olurlar. Gözlerini kapar, emredileni yaparlar.
MÜTHİŞ VAKAR Çaldıran öncesi Şah İsmail’in daileri Anadolu içlerine sızar, misli görülmedik propagandalar yaparlar. Muhaliflerinin evlerini yıkar, ekinlerini yakarlar. İşte Çelebi Mehmed kanla yıkanan coğrafyada tehlike ve tehditlere aldırmadan ilerler. Her konakladığı yerde halkayı kurar ve bildiği gibi konuşur. Şah’ın fedaileri ona mani olmaya çalışır, ancak başarılı olamazlar. Zora başvuranlar ibretlik yaralar alırlar. Eli kuruyanlar, dili tutulanlar, aklını oynatanlar… Artık ocak başlarında o konuşulur, ozanlar onu anlatırlar. Mehmed Çelebi elini kolunu sallaya sallaya ordugâha ulaşır. Şah İsmail halk üzerinde böylesi tesiri olan biriyle takışmak istemez, öncelikle onu kazanmanın yollarını arar. Ancak Çelebi Mehmed “Bana yapacağınız tek ikram var” der, “Divan-ı Kebir’i teslim etmek!” Şah “Divan kolay” der, “Ama sizden istifade etsek gerek. Bu akşam soframıza buyurmaz mısınız?” O akşam için görülmedik hazırlıklar yapılır. Keşkekler hazırlanır, ayranlar çırpılır. Halılar yayılır, sofralar açılır. Dolmalar, köfteler, kuzular, pilavlar… Şah fedailerinden birinin eline bir maşraba şerbet tutuşturur ve “ne yap yap bunu ona içir” der. Bu maşrabada öyle bir zehir vardır ki tek damlası filleri yıkar.
Sultan Divani eline sıkıştırılan kaseye gülerek bakar.
Zehir bize n’eylesin?
Hani derler ya: “Gönül ne çay ister, ne çayhane. Gönül sohbet ister hepsi bahane”. Çelebi Mehmed’e “sohbet” denmesin, bulduğu her fırsatı değerlendirir. Velev ki davet eden Şah olsa bile. İşte o gün baldan tatlı üslûbu ile Efendimizi ve şanlı eshabını anlatır. Sanki davetlileri Medine’ye götürür, mukaddes mekânları gezdirir. Tam sohbetin şekerleştiği demlerde hizmetçi şerbet maşrabasını Çelebi’nin eline tutuşturur. Çelebi bir şerbete, bir Şah’a bakar. Şah’ı hiç yaşamadığı bir korku sarar. Elleri titrer, nefesi daralır. Çelebi “böyle bir şeyi neden yaptın?” gibilerden bakar ve maşrabayı uzatarak “Buyrun şahım” der, “birlikte içelim”. Şah dehşetle boğazını tutar ve gayri ihtiyari ayağa kalkar. Manzara açık ve yüz kızartıcıdır.
MİRZA ELKAS ŞOKU Halk Şah İsmail’i çok ayıplar. Öyle ya, hasım bile olsa misafir misafirdir ve böylesi hilekâr cinayetler sultanlara yakışmaz. Çelebi Mehmed “Allah-ü teâlâ istemedikten sonra zehir neylesin” der ve şerbeti içer. Sonra tarifi zor bir heybetle ayağa kalkar ve Divan-ı Kebîr’i ister. Şah o kadar mahçuptur ki “Hayır” diyemez. Çelebi Mehmed Mevlânâ Hazretleri’nin elceğizi ile yazdığı divanı öper, koklar, başına koyar. Ondan öyle beyitler okur ve öylesine hoş açıklar ki dinleyenler cezbeye kapılırlar. Sarılanlar, ağlayanlar, eline eteğine kapananlar… Şah’ın oğlu Mirza Elkas tövbekârların başını çeker, esrarengiz dervişin hizmetine girer. Müstakbel tacını tahtını elinin tersiyle iter ki, bu tavrı babasının canını sıkar. Şah İsmail öyle kolay pes eden biri değildir. Onlara dönüş yolunda pusular kurar. Peşlerine müfrezeler takar. Ama Allah dostları kınından sıyrılmış kılıç gibidir. Onlara çarpanlar iflah olmazlar. İşte bu hadiseden sonra Çelebi Mehmed’in adı “Sultan Divani”ye çıkar.
ZİNDANDAKİ VELİ İbrahim Gülşeni Mısır’ı nurlandıran velilerden biridir. Mübârek mütevazı dergâhında sessiz sedasız hizmet eder. Kitaplar yazar, talebeler yetiştirir. Halk bu gönül ehlini çok sever. Halkasına katılanlar katlana katlana artar. O yıllarda Şah İsmail ile ittifak halinde olan Kansu Gavri, İbrahim Gülşeni Hazretleri’nden destek ister. Akla gelecek herşeyi önüne serer. Ancak büyük veli onu reddeder, dahası “fitneden kaçınmasını ve Osmanlı ile takışmamasını” öğütler. Kansu öfkeyle yanıp kavrulmaktadır. Bırakın nasihat dinlemeyi, mübareği zindana attırır. Ama bu dünya ona da kalmaz. Yavuz Mercidabık’da onu öyle bir yener ki kahrından ölür, cümle âleme rezil olur. Yerine geçen Tomanbay, Kansu’nun yolunda gider. İşte o günlerde Sultan-i Divani, Mevlânâ’dan aldığı bir işaret ile yola çıkar. Mısır’a gelir. Samimi müminler onu hoş karşılar, etrafında halka olurlar. Hatta birlikte hapishaneye gider, İbrahim Gülşeni Hazretleri’ni ziyaret ederler. Ancak kalabalık öyle artar, öyle artar ki muhafızlar kapıları tutamaz olurlar. Mevlânâ Hazretleri’nin tasarrufu onları bir zırh gibi kuşatır. Bunu yüreklerinde hisseder, ürkekler bile cengaver kesilirler. Çok geçmeden askerler gelir, hapishaneyi kuşatırlar. Ancak hücuma geçtikleri anda öyle bir şamar yerler ki elleri ayakları boşalır. Asker ikinci saldırı emrine itiraz eder, hatta bir kısmı açıkça isyan çıkarır, karşı tarafa geçer. Tomanbay’ın önünde tek tercih vardır, Gülşeni Hazretleri’ni hürriyetine kavuşturmak. O da öyle yapar.
SELİM’LE DOST OLURLAR Sultan Divani keramet göstermekten çok sakınır. Ancak o istemese dahi etrafında harikalar olur. Kış günü altına oturduğu ağaçlar çiçek açar, dallar meyveye dururlar. Tarihçiler 2.Bayezid ile Abapuş-u Veli arasındaki dostluğu kitaplarına alırlar. Aynı şekilde oğulları (Sultan Divani ile Yavuz Selim) arasında da imrenilecek bir muhabbet vardır. Meselâ bir keresinde Şam taraflarında karşılaşırlar. Yüce Veli cihan padişahından Muhyiddin-i Arabi Hazretleri’nin kabrini onarmasını ister. Padişah boyun eğer. “Emrin olur” der. Sultanı Divani bir gün aniden rahatsızlanır. Talebeleri tabib bulmak için sağa sola seyirtirler. Mübarek mânâlı mânâlı güler, “Yorulmayın” der, “Şimdi ilaç ve hekim gailesi olmayan bir yere gidiyorum” ve gider, ardından nurlu izler bırakarak gider. Sadrazam Kara Mustafa Paşa ona muhteşem bir cami ve türbe yaptırır. Bu cami zaman zaman yıpranır. En son 2. Abdülhamid han tarafından onarılır ki, Ulu Hakan kapı motiflerini bizzat elceğizi ile işler.

Ulu Cami çok müezzin görür ama Muhammed Üftâde gibisini asla…
Kadife sesli müezzin Yıl 1490’lar filandır. O yıllarda Bursa’da samimi Müslümanlar yaşar. Bunlar isimsiz insanlardır ama kalplerinde Allah’ın ve Resulullah’ın aşkı vardır. İşte Manyaslı Mehmed Efendi ve ailesi kendi hallerinde tıkırdayıp giderler. Kaç tane çocukları vardır bilmiyoruz ama en büyüklerini çok severler Zira Muhammed’in doğuşu eve bereket getirir. Annesi onu doğurduktan sonra birbirinden güzel rüyalar görür içi ferahlar. Oğlunun büyük bir âlim olacağına inanır. Ama alçak dünyanın düzü yoktur. Evin efendisi ansızın ölür. Kadın yarım düzine çocukla kalır mı başbaşa. Muhammed hisli ve zeki bir çocuktur. Annesi “Ama sen daha çok küçüksün” dese de ipekçilerin yanında iş bulur ve çalışmaya başlar. Fukaralık yine vardır, ama mutludurlar.
MİNİK DERVİŞ Muhammed her iş dönüşü mutlaka Ulucamiye uğrar. Bir kuytucuğa oturup aksakallı bilgelerden hisse kapar. Bu kendi halinde çocuğun ince mevzulardan ne anladığı veya ne anlamadığı kimsenin umurunda değildir. Ama garibi kırmaz, rahatsız da olmazlar. İpekçi, baba adamdır. Muhammed’in hevesini farkeder ve onun önünü açar. İlk defa düzenli bir tedrisat alan küçük talip bir anda arkadaşlarına fark atar. Hocaları onun boş olmadığını anlarlar. Gün gelir çok sevdiği Ulucami’ye müezzin yaparlar.
Müezzin Muhammed imsak vakti camiyi açar ve en son o çıkar. Camları siler, halıları süpürür, şadırvanları yıkar. Onun kadife yumuşaklığında berrak ve pürüzsüz bir sesi vardır. Çok bağırmaz ama onu herkes duyar. Kulakların pası akar, yürekler yunur yıkanırlar. Müezzin Muhammed kâh hüzünlü, kâh neşeli okur, kâh yumuşacık, kâh çok yanık. Cemaat bazen güler, bazen ağlar, ümit ile korku arasında dolaşırlar. Biliyor musunuz bu bülbül sesli müezzinimiz sanatkârdır da. Yüreği aşk ile dolduğu demlerde içli beyitler yazar. Mesela çok sevdiği nurlu cami için söylediği “Yâ câmi’al kebîr ve yâ mecma’alkibâr / Tûbâ limen yezûruke fil-leyli vennehar” beyti batı kapısında asılıdır. Sevimli müezzinimiz bir gün rüyasında Emir Sultan Hazretlerini görür. Ona “Sen vaaz et” buyururlar. Mübarek “ben kimim, hem vaaz ne haddime” demez, boyun eğer. Öyle ya emri veren feyzinden de hissedar eder. Muhammed Buhari Hazretleri’nin manevi zırhına bürünerek kürsüye çıkar. Çıkış o çıkış. Bursalılar parmaklarını ısırır, hayran kalırlar. Onun sohbetleriyle duymadıklarını duyar, anlatamadıkları tatlar alırlar.
FARSÇA BİLMİYORUM Kİ? Ardından Mevlânâ Hazretleri’yle bir hâl yaşar. Büyük veli ona “Mesnevi okumasını ve okutmasını söyler” Garip müezzin boynunu büker “Ama ben” der, “Farsça bilmiyorum ki” Mevlana ona öylesine dolu dolu bakar ki içi erir. Kendine geldiğinde Acemleri kıskandıracak kadar fasih bir lisanı vardır. Halk izah edemese de ondaki değişikliğin farkındadır. Belki de bu yüzden “Üftâde” derler onun adına.

Bir zamanlar orta Anadolu’yu misli zor görülen bir Resulullah aşkı sarar. Yanık sevdalılar salât ve selâmlarını sabah rüzgarlarına ısmarlarlar. Münevver Medine içlerini yakar ama mukaddes topraklara gidemeyecek kadar fukaradırlar
Niye öyle yaparım bilmem üç adımlık mesafeyi 10 saatte alır, anayoldan ayrılan her patikaya girer çıkarım. Adına kuytuların tutkusu, Anadolu aşkı, macera, gizem, serüven ne derseniz deyin. Huy işte. Kızılcahamam civarlarında otobandan ayrılan bir yol var ki yıllardır içimde ukdedir. Şu Çamlıdere denilen yere niye gidemedim bilemem. Ama bu kez atlamıyorum. Dar ve virajlı bir yoldan döne döne ilerliyor, küçük küçük tepeler aşıyorum. Kasaba ansızın karşıma çıkıyor. Kiremit kızılıyla, badana akının netleştiği yerde el frenini çekiyorum. İşte bu fotoğraf kaçmaz. Makinemi alıp iniyorum. Kadrajı ayarlarken uzak bahçelerden ceviz toplayan çocukların sesi geliyor. Taa karşı tepede bir teke böğürüyor. Ötelerde ama çok ötelerde bir kamyon olmalı. Rampada zorlanıyor mu bilinmez, motor inim inim inliyor. Sesi ansızın boğulup azalıyor, sanırım keskince bir virajla vadiye iniyor. Sonra. Sonra sessizlik. Kulaklarım bir hoş oluyor. Çamlıdere adıyla mütenasip bir belde. Çamı da var, deresi de. Burası kendi halinde, hatta biraz fazla kendi halinde. Ortalıkta üç beş esnaf görünüyor, birkaç asmalı kahve. Bunlar sıradan şeyler, ama kasabaya hakim tepede kurulan külliye dikkat çekecek kadar sıradışı. Tabelâsında aşina bir isim okunuyor: “Ali Semerkandi Hazretleri!”
BİR ZAMANLAR Yıllar evvel ama uzun yıllar evvel (13. Yüzyılda) Çamlıdere kervan geçmez bir beldedir. Ahalisi fakir, ama tok gözlüdür. İnançlı ve samimidirler. Alemlerin Efendisi’ni “aşk” derecesinde severler. İçli içli “ah” çekerek Mescid-i Nebiyi ve Ravda-i mutahhareyi hayal ederler. Ah, bir anlığına Şebeke-i Saadet’in önüne ulaşabilseler ve bir kez olsun “Şefaat ya Resulallah” diyebilseler… Ama o fukaralık yok mu, bellerini büker. Ali Semerkandi Hazretleri adı üzerine Semerkandlı’dır. Düzenli bir tedristen geçer, büyük alimlerin önünde diz çöker. Şam, Isfahan ve Kudüs’te nice sohbetlere katılır, feyz derler. Derken Mekke-i Mükereme’ye gelir. Şehrin eşrafı onun farkını hisseder, mihrabı gösterirler. Uzun yıllar Kabe-i Şerif’de imamlık yapmakla şereflenir. İslâm âleminde Kâbe imamlığı büyük bir güçtür ve önü açıktır. Ancak o bırakmasını bilir. Sıradan bir derviş gibi Mescid-i Nebiye gelir ve kutlu Ravda’ya hademe olur. Siler, süpürür, yıkar, kurutur. Efendimiz ile aralarında anlayamayacağımız bir ünsiyet kurulur. Mânâ âleminde yaratılmışların en üstününe “evladlıkla” müjdelenir. Artık Ali Semerkandi’nin gönlüne okyanuslar akar, marifet deryalarından inciler toplar.
AŞIKLARIMIN YANINA İşte Çamlıdere halkının Server-i âlem aşkıyla tutuştuğu demlerde Peygamber Efendimiz türbedârının rüyasına girer. “Filan beldede ümmetim hasretimle yanıyor, ancak buraya gelemiyorlar. Sen onların ayağına git. Seni ziyaret edenler, beni ziyaret etmiş gibi olsunlar” buyururlar. Ali Semerkandi Hazretleri hemen o sabah yola çıkar. Manevi işaretleri takip ede ede Şeyhler’e (O zamanlar Çamlıdere’nin adı Şeyhler’dir) varır. Yöre halkı bu garip dervişi bağırlarına basarlar. Döşek gösterir, lokmalarını paylaşırlar. Mübarek vazifesini sır gibi saklar. “Kâbul ederseniz sizinle yaşıyayım” der, “sanırım bir işe yararım, hayvanlarınızı otlatabilirim meselâ”. Ahali “Sen istiyorsan niye olmasın” diye gülümserler, “ama dişe dokunur bir para arama”. Mübareğin akçeyle pulla işi olmaz. O gündüzleri elde tesbih dağ bayır dolaşır, akşamları halkasına katılanlara mübarek beldeleri anlatır. Serin yayla gecelerini Haremeyn rüzgarlarıyla ılıtır. Ancak hallerini sırlarını ne kadar saklarsa saklasın halk fevkaladeliklerin farkındadır. Eğer, azgın boğalar kuzuya döndü ve çorak bozkırlar yeşile kestiyse bu çoban boş olmamalıdır. Buzağılar uslu uslu anaları ile otlar, ineklerin göğüsleri güğüm güğüm süt tutar. Meçhul çobana kurtlar kuşlar selâm dururlar. Ali Semerkandi Hazretleri her veli gibi tevazu ehlidir ama kerametlerini saklayamaz. Mesela diyeceksiniz? Meselâ sıcağın sarıya kestiği günlerden birinde abdest tazelemek ister. Ancak kır çeşmesinin lülesindeki son damla da yere düşer. Mübarek uzun uzun kuru yalağa bakar. Sonra telaşla sağa sola koşar. Güneş devrilmekte vakit geçmektedir. Gerçi su bulunmayan yerde teyemmüm de yapılır ama onlar ehli takvadır. Alemleri yaratan ve gökleri yıldızlarla donatan Allah’ın garip kulunu unutmayacağını bilir ve dolu dolu su sunacağından adı kadar emindir. Öyle ya “O” (Celle celalüh) nelere kadir değildir. Nitekim asasını sapladığı yerden su sızmaya başlar ve büyüye büyüye bel gibi kalınlaşır. (Bu su halen Çamlıdere Eskipazar arasındadır, üzerinde şirin bir mescid vardır.)
ÇEKİRGE SUYU O tarihlerde Osmanlının payitahtı olan Bursa görülmemiş bir afet yaşar. Nereden geldiği bilinmeyen çekirgeler bulut bulut arazilere konar, ekinleri kuruturlar. Tebâ perişan, devlet çaresizdir. Padişah bakar olmaz, haber çıkarır. “Kimin bir mahareti varsa, yetişsin” der, “gelsin bildiğini denesin!” Ali Semerkandi Hazretleri tevekkül ehlidir “Derdi gönderen Rabbim çaresini de verir” der ve sahrada sızan suyu Bursa’ya gönderir. Onun silahı duadır, kimbilir su belki bahanedir. Nitekim mâlum suyun döküldüğü tarlalardan çekirgeler çekilir. Sürüler bu gün “Çekirge” diye tanınan semtte birikirler. Padişah “Peki şimdi n’olacak” derken, gökyüzü kararır. Milyonlarca sığırcık yere iner ve haşeratı mahveder. Çok geçmeden, çayırlar yeniden yeşerir, ortalık bereketlenir. Padişah Ali Semerkandi Hazretleri’nin hizmetinden çok memnun kalır. Onu Bursa’ya davet eder. Baldan tatlı bir sohbetin ardından “Dile benden ne dilersen” der. Ancak mübarek kendi için bir şey istemez. Israr üzerine “Sultanım hemşehrilerim çok gariptir” der “onlar için birşeyler yapabilirseniz ne âlâ”. Padişah hemen bir ferman yazar ve Çamlıderelileri askerlikten ve vergiden muaf kılar. Eh bunlar da az ikram değildir hani. Bu samimi insanlar saadetleri için çalışan büyük veliyi unutamazlar. Ali Semerkandi Hazretleri’nin kabri üzerine mükemmel bir türbe, etrafına muhteşem bir külliye yaparlar.
Enteresandır ama burada doğan erkeklerin çoğu Ali adını taşır, geriye kalanlar mı? Onlar da Mehmet Ali, Ali İbrahim, Durali, Alihan, Alişan’dırlar.
Vaktiniz müsait olur mu bilmem, eğer Ankara yolunda “Çamlıdere” diye bir tabela görürseniz, girin. Pişman olmayacaksınız.

Aşçı Yahyâ Baba tek pirince bile kıyamaz. Artıkları derler, toplar, nehre atar…
Tunca’nın balıkları
Bağdat civarlarında bir yerlerde kendi halinde bir garip varmış. Bu adamcağız cemaate devam etmeye çalışıyor, lâkin çok zorlanıyormuş. Aslında evi mescide yakınmış ama… Ama arada Dicle olmasa. Peki köprü mü? İşte onu sormayın, insanı yoracak kadar uzakmış. Hele kısa kış günleri akşam namazından çıkıp evine varamadan yatsı için dönüyormuş geriye. Olacak bu ya günlerden birinde hocaefendi tevekkül bahsine girmiş ve elini kürsüye vura vura demiş ki: “Bir kimse ki Allah’a güvensin su üstünde yürür. Vallahi de yürür, Billahi de yürür.” Bizim garip buna çok sevinmiş. Çekmiş besmelesini yürümüş mescide, çekmiş besmelesini dönmüş evine. O deli Dicle halı kesilmiş. Adamcağız hoca efendiye öyle çok dua etmiş. Bu iş hanımının da hoşuna gitmiş, hatta bir gün “Efendi be” demiş, “Biz bu hocaefendiyi niye yemeğe çağırmıyoruz?” Adamcağız “He ya” demiş. Hocaefendi bu samimi çağrıyı kabul etmiş. Namazdan sonra çıkmışlar yola. Hoca tam köprüye doğru yönelmiş ki, adamcağız önüne geçmiş “Ne gereği var hocam” demiş, “Çekelim besmelemizi yürüyelim karşıya” Hoca efendi gülmüş. Önce acı acı, sonra mânâlı mânâlı gülmüş. “Ah!” demiş, “Ah, bende senin gibi âcâbasız olabilsem.” Teslimiyetin güzelliği işte.
İHTİSASI PİLAV İşte böyle âcâba bocalaması yaşamayanlardan biri de Yahyâ Baba’dır. Mübarek Edirne Bayezid Külliyesi’nin aşçılarından biridir. Arkadaşları hoşaf, kebab, sebze, bakliyat pişirir. Ama onun ihtisası pilavdır. Mübarek işe giriştimi ibadet ettiğini sanırsınız. Pirinçleri salavat getire getire ayıklar, yağını tekbirlerle eritir. Tuzunu besmele ile suyunu fatihalarla salar. Zaman zaman gözünü yumar, enbiyayı evliyayı aracı yapar, Allah’tan bereket arzular. Onun pilavı herkese yeter, hatta artar. Ancak o tek pirinç tanesine bile kıyamaz derler toparlar Tunca’ya atar. Balıklar onun geleceği saati bilir, köprü başında toplaşırlar.
Kilercinin işi ne: “İktisat!” Adam bakar pilav artıyor, pirinci azaltır. Ama Yahyâ Baba eksilen çuvalları görmezden gelir, bereketi besmelede bilir. Bir kere bile “Bu pirinç yeter mi?” demez. Kilerci şaşkındır. Her gün pirinç miktarını biraz daha kısar ama pilav da azalma olmaz. Herkes doyar, Tunca’nın balıkları bile nasibini alırlar. Adamcağız bunu izah edecek tek kelime bilir: “Keramet!”
N’APARSIN BRE Çok dener ve emin olunca Padişah’a çıkar “Bu Yahyâ Baba boş değil sultanım” der, “hâlbuki biz ona amele muamelesi yapıyoruz.” Bâyezîd-i Veli gönül ehlidir. Tekkede dergâhta dervişlik yapan çoktur ama tava tencere, is buhar arasında manevi makamlara yürüyebilen biri tanışmaya değer olmalıdır. Kilerci ile bir plan yaparlar. O gün Yahyâ Baba’ya çok az hatta gülünç denilecek kadar az pirinç verilir. O her zamanki gibi okur üfler âlemlerin Rabbi’nden Halil İbrahim bereketi diler. Pilavı çok lezzetli olur, üstelik kazanlara sığmaz. Yahyâ Baba artanları yine yüklenir, Tunca’nın yolunu tutar. Tam kepçeyi daldırıp balıklara atıyordur ki Padişah ortaya çıkar. “Ne oluyor bre” der, “yoksa devlet malını israf mı edersin?” Yahyâ Baba tutulur kalır. Ancak balıklar kafalarını sudan çıkarır “Ayıp olmuyor mu sultanım?” derler, “Koca devletin artığını bize çok mu görüyorsun?” Yahyâ Baba öylesine mahçup olur ki anlatılamaz. Utancından secdeye kapanır, Allah’a sığınır. Bayezid-ı Veli onun kalkmasını bekler ama meğer ki geçmiş ola. Mübarek çoktan ruhunu teslim etmiş, kavuşmuştur rahmet-i Rahman’a. Biliyor musunuz veliler kısım kısımdır. Bazılarının veli olduğu aşikardır, onları cümle âlem tanır. Bazıları ise sırrını kendine saklar. Ama öyle Allah dostları vardır ki veli olduğunu ne kendi bilir ne de halk bilir.
İşte Yahyâ Baba bunlardan biridir.

O yıllarda Hindistan putperest ve felsefecilerin merkezidir. Ancak Muhammed Ma’sûm Hazretlerinin sohbetlerinde tam 900 bin kişi imana gelir. Bunlardan 140 bini tasavvuf yolunda ilerler ve 7 bini mürşid-i kâmil olur. İşte Murâd-ı Münzâvî bunlardan biridir
Eyyûb Nişancası’nı Nurlandıran Seyyid Murâd-ı Münzâvî Allahü teâlânın bazı kulları vardır ki onlar doğuştan şanslıdırlar. İşte Muhammed Ma’sûm Hazretleri bunlardan biridir. Zira o İmam-ı Rabbani gibi bir zirvenin oğludur ve onun manevi ikliminde yetişir. İmam-ı Rabbani bin yılda bir gelen nadir âlimlerden biridir ve bu inci tanesine çok ihtimam gösterir. Dahası talihli çocuk Baki Billah Hazretlerinin teveccühlerine mazhar olur. Ufacıkken rahle başına çöker. Ağabeyi Muhammed Sadık ve babasının halifelerinden Muhammed Tahiri Lahori’den ilim ve edep devşirir. Akıllara durgunluk veren bir anlayış kaabiliyeti ve dudak uçuklatan bir hafızası vardır. Daha bıyıkları terlemeden (zahiri ilimlerde) icazet alır. Bütün bunlar bir yana babasının dizi dibinde öyle sırlara kavuşur ki gün gelir manevi varisi olur ve Silsile-i âliyye denilen altın halkaya seçilir.
TAC GİYDİRİLİR Kendinden evvel gelen velilerin ulaşmak için bir ömür harcadıkları makamlara çıkarıldığında yaşı henüz onaltıdır. Muhammed Ma’sûm Hazretleri, âlemlerin Efendisi’ne kelimelerle anlatılamayacak bir muhabbet besler. Nitekim Server-i âlem’in hasretine dayanamayıp yollara düşer. Mescid-i Nebi’yi gördüğünde dünyalar onun olur. Bu nurlu mescide öyle bağlanır ki, daha eşikten girerken ayrılık acısı içine çöker. Bu nasıl bir ahı figandır bilemiyoruz ama görülmedik şeyler olur. Kutlu mekânı nefis bir koku sarar. Kabr-i Saadet nur kesilir. Bu ışık denizinin içinde Efendimiz belirir ve elindeki tacı Muhammed Ma’sûm’un başına giydirir. Genç talip zaten nimetler içindedir ama o günden sonra feyz ve bereket nehir olur akar. Gönlünde deryalar taşar. Muhammed Ma’sûm Hazretleri genç yaşta hâllere ve sırlara kavuştuğundan olsa gerek gençlere değer verir. Marifetullahı ihtiyarlıkta bekleyenlerin kaybettiği yıllara yanar. Ona göre kıymetli ömrü fani dünya için harcayanlar kendilerine yazık ederler. Dünya aldatıcı bir kahpedir ve aşıklarına acımaz. Vaktini dünyalık kazanmakla geçirenler paha biçilmez mücevherleri saksı parçaları ile değiştiren bedbahtlara benzer. Müslüman havf ve reca arasında olmalı son nefesi için çok korkmalıdır. Bu öyle bir nimettir ki dostlara verilir. Hakk aşıkları bu dert ile giriftar olurlar. Ağlamayı bilenler, hele seher vakti göz yaşı dökebilenler çok şey kazanırlar. Muhammed Ma’sûm Hazretleri babasının vefatından sonra vaaz ve irşada yönelir. Mübarek son derece sevimli ve tatlı dillidir. Mâhlukata şefkat nazarı ile bakar ve bağışlamayı bilir. O yıllarda Hindistan putperestlerin, felsefecilerin cirit attığı bir coğrafyadır. Ancak onun karşısında tutunamazlar. Dile kolay tam 900 bin kişi Muhammed Ma’sûm Hazretleri’nin vesilesi ile hidayete erer. Bunlardan 140 bini vilayet mertebelerinde ilerler ve 7 bini kâmil mürşid olur. Ona Urvet-ül vüskâ derler ki yapışanları kurtaran sağlam ip mânâsına gelir. Allah-ü teâlâ Serhend’e rahmet yağdırır. Öyle ki taliplerden bazıları bir hafta içinde manevi mertebelere kavuşurlar. İşte bunlardan biri de Eyyûb Nişancası’ndan tanıdığımız Mûrad-ı Münzâvî Hazretleridir. Mûrad-ı Münzâvî Hazretleri Buharalı bir seyyiddir. Babası ilim ehli bir zat dahası nakib-ül eşraftır (yöredeki seyyidlerin lideridir). Seyyid Mûrad üç yaşındayken felç geçirir ve iki bacağı da sakat kalır. Hoş onun koşup oynamak gibi bir kaygısı yoktur, kitaplarıyla başbaşa kaldıkça mutlu olur. Daha ağzı süt kokarken hatmeder, cübbesinin içinde kaybolduğu yıllarda ince mevzuları kavrar. Şaşılacak şeydir, hocalarının öylesine geçtiği dersleri bile ezberler. Başkalarının yıllarına malolan tedrisatı kısa sürede bitirir. Şimdi beldeler ülkeler ötesine gitmeli ve başka başka alimlerden değişik değişik bilgiler derlemelidir.
DİYAR DİYAR DOLAŞIR Seyyid Mûrad kötürümdür ama sağlamlara bile nasip olmayacak kadar gezer. Seyyahların görmediği coğrafyalara ulaşır. Çok sohbete katılır, çok âlim tanır. Ama Hindistan’ı dolandığı günlerden birinde yolu Serhend’e düşer ve “İşte şimdi tamam” der. Aradığını bulmanın huzuru ile Muhammed Ma’sûm Hazretlerine teslim olur. Serhend’de az zamanda çok yol alır ve irşada memur edilir. Bu kez bir mürşid-i kâmil (yetişmiş ve yetiştirebilen bir veli) olarak İslâm âlemini dolaşır. Hicaz’da, Bağdat’ta, Buhara’da, Belh’de, Semerkand’da taliplerle buluşur. Nasıl bir işaret alır bilemiyoruz ama ilk kez bir yerde (Şam’da) durur. Sultan Mustafa ona şehir yakınlarında mamur bir köy verir. Ama o kent içinde fasıkların, zalimlerin devam ettiği bir mekânı gözüne kestirir. Burayı satın alır ve dergâhını açar. Derken medreseleri artar ve talebelerinin ihtiyaçlarını karşılamak için bir vakıf kurar. Mûrad-ı Münzâvî Hazretleri Ebâ Eyyûb El Ensâri’nin aşıklarındandır. Bu sevda gitgide büyür ve dayanılmaz bir hal alır. Gün gelir yerini vekillerine bırakır ve İstanbul’a gelir. Eyyûb Camii civarında uygun mekânlar vardır ama o edeben uzaklarda oturmaya niyetlenir. Eyyûb Nişanca’sında Şey-ül İslâm Ebûl Hayr Efendi’nin yaptırdığı medreseye yerleşir. Her sabah sürüne sürüne Halid Bin Zeyd’in (radıyallahu anh) kabrine gider, halleşir dilleşir. Aralarında anlaşılamayan ve anlatılamayan bir ünsiyet gelişir. Nişanca yolu iyi yokuştur ve hatırı sayılacak kadar yorucudur. Ama o, talebelerinin araba getirelim, fayton tutalım gibi tekliflerine “asla” der. Öyle ya köleler, sultan kapısına sürünerek gitmelidirler. Mûrad-ı Münzâvî Hazretleri yıllar sonra tekrar yollara düşer. Şam, Hicaz ve Bursa’da taliplerin ayaklarına gider, onların müşküllerini çözer. Birçoğunun manevi mertebelere kavuşmasına vesile olur. Ama bir zaman sonra Eyyub Sultan hasreti dayanılmaz olur. Tekrar Nişanca’ya döner. Dönüş o dönüş…
Artık Nişanca dergâhı bereket menbaıdır. Mübareğin sohbeti ayrı tatlıdır, sofrası ayrı tatlı. Burada gün boyu aş kaynatılır, tadı unutulmayan macunlar yapılır. Bu macun bilinen usullerle pişer ama çok farklıdır. Kutlu yolun aşıkları kokusunu günlerce damaklarında duyarlar. Bu koku azaldı mı şeyhlerini görseler gerektir. Tabiri caiz mi bilemiyorum ama aküsü zayıflayan şarja koşar.
Nasihatleri Mûrad-ı Münzâvî Hazretleri döner dolaşır vaktin kıymetini anlatır. Ömür sermayedir. İstikbal meçhul, mazi geçmiştir. O halde hayat şu andır, aldığımız nefestir. Zamanını oyun ve eğlence ile geçirenler çok pişman olurlar. * Bilindiği üzere Efendimiz’in (sallallahü âleyhi ve sellem) kalbi de bedeni de kemâle ermiştir. Bu kemâlattan nasiplenmek için ona uymak gerekir. Zahiren tabi olmak kitaplarda yazılanları yapmakla olur ama batınen tabi olmanın tek yolu vardır: Meşayıhın (tesavvuf ehlinin) terbiyesinden geçmek. * Muhabbet denilen şey çalışmakla kazanılamaz ve bunu her kime verirlerse bir daha geri almazlar. Bu yolda istekli olmak nimettir zira Allahü teâlâ vermek istemeseydi istek vermezdi. Allah-ü teâlâ cümlemizi istek verdiklerinden etsin.

Nûreddîn Cerrahi Hazretleri bir ara Haremeyn hasreti ile yanar. Bu sevda öyle büyür ki dayanılmaz bir hâl alır.
Karagümrük’ün nurlu kandili Nûreddîn Cerrahi Nûreddîn Cerrahi Hazretleri bir ara Haremeyn hasreti ile yanar. Bu sevda öyle büyür ki dayanılmaz bir hâl alır. Mübarek satar, savar para denkleştirir. Diğerleri yanlarına bir deve yükü malzeme alırlar. Heybelerini tas, tarak, pekmez, peksimet, çadır, döşek, tarhana, bulgur, erişte, kuskus ile doldururlar. Ama mübarek ibriğini eline alır, seccadesini omuzuna atar. Eh kuşağında da sarı sarı liralar yatarken yüke ne gerek var? İstanbullular karşı kıyıyı (Asya tarafını) Kâbe toprağı sayar, hatta sandaldan indikleri noktayı “Harem” diye adlandırırlar. İşte hac kafileleri burada toplaşır, yola buradan koyulurlar.
VEDALAŞIR VE YOLA ÇIKAR Nûreddîn Cerrahi Hazretleri akşamdan büyük küçük bütün tanıdıkları dolaşır. Bakkalla kasapla halleşir helalleşir. Sabah erkenden annesinin elini öper. Namazı Eyyûb Sultan Camiinde kılar, Halid bin Zeyd (radıyallahü anh) ile vedalaşır ve yola çıkar. Henüz Ayvansaray civarlarındadır ki bir hıçkırık sesi duyar. Bir an durup dikkat kesilir. Adamcağızın biri çekildiği kuytuda katıla katıla ağlamaktadır. Nûreddin Cerrahi Hazretleri yaklaşır ama derdini sormaya gerek bile kalmaz. Garibim ellerini açar ve boynunu bükerek “Sana sığınıyorum Ya Rabbi” der, “N’olur borcumu ödemeden canımı alma!”
Nûreddîn Cerrahi Hazretleri adamcağızın omuzuna dokunur ve sorar. “Sahi” der,”Senin ne kadar borcun var?” Söylenen rakam şaşırtıcıdır. Kuruşu kuruşuna tam kesesindeki kadar. Mübarek hiç düşünmez paralarını adamın açık avucuna bırakır ve şaşkın bakışlara aldırmadan uzaklaşır. Bir müddet daha sandal iskelesine doğru yürür, sonra durup haline güler. “Nereye gidiyorsun ey Nureddin” der, “Artık senin paran yok ki” Şimdi tek tek vedalaştığı mahallelinin yüzüne nasıl bakar? Öyle ya “Neden gitmedin?” diyenlere ne cevap verilir? Hadiseyi anlatsa hayrı kalmaz, anlatmasa üstüne üstüne gelirler, sorar soruşturur zaptiye kesilirler. Bütün bunlara rağmen evine döner. Ama korktuğu olmaz. Millet “buna birşey olmuş ama” derler “haydi hayırlısı”. Nureddin Cerrahi ilk tepkileri atlatınca rahatlar. Ancak bir daha hacca gidecek kadar para bulması zordur. Halbuki kutlu yola ne kadar da hazırlanmıştır. Muhteşem Kâbe aklına geldikçe bir yumruk gelir boğazına oturur. Hani yutkunup yutulamıyanından, sökülüp atılamıyanından. İçi bir hoş olur, burnunun direği sızlar. İşte gözyaşlarının dizginlenmez olduğu günlerden birinde kuytuya (Edirnekapı Sakızağacı kabristanı namazgâhına) çekilip diz çöker. Tarifsiz bir teslimiyetle boynunu büker ve “Ya Rabbi” der, “İnanıyorum ki sen her şeye kaadirsin!” Allahü teâlâ hulusu kalp ile kendisine sığınan bu yanık kulunu kırmaz. Bir anda Mekke’ye getirir. Nûreddîn Cerrahi Hazretleri büyük bir aşk ile “Lebbeyk” der, tavaf eder. Vakfeye durur, şeytan taşlar, kurban keser. Vazifelerini eksiksiz tamamlar. Veda tavafını bitirip Makamı İbrahim civarında iki rekat namaz kılar. Ellerini kaldırır, hûşû içinde gözlerini yumar, açtığında Sakızağacındaki namazgâhtadır. Büyük bir huzur ile evine döner. Annesi üç beş gündür ortadan kaybolan oğlunun üstüne gitmez. Ama yanık cildi ve nurlu çehresi ile farklıdır sanki. Aradan aylar geçer. Edirnekapılı hacılar onu ziyarete gelirler. “Hatırlıyor musun” derler, “hani zemzem kuyusunun yanında şöyle olmuştu da, müzdelifede böyle olmuştu”. Artık saklanacak bir şey kalmaz.
Muhammed Nûreddîn Efendi doğma büyüme Cerrahpaşalıdır üstelik Sahabe-i Kiramdan Ebu Ubeyde bin Cerrah Hazretlerinin neslindendir. Hepsi bir yana talebelerinin kalbine cerrah gibi girer, kirden pastan ayıklar. Bunların hangisi tesirli olur bilmeyiz ama İstanbullular onu “Cerrahi” lâkâbı ile tanırlar.
MISIR’A KADILIĞA GİDERKEN Nûreddîn Cerrahi Hazretleri İstanbul’un en bilge hocalarından okur ve değme medreselerden icazet alır ve gün gelir kadı olarak Mısır’a atanır. Ancak Mısır vapurunu beklemek için Üsküdar’da geçirdiği gece dayısı ile Selâmi dergahına uğrarlar. Şeyh Ali Efendi’nin sohbetinde onu bir hâl kaplar. Anında kararını verip kadılıktan istifa eder ve halvete girer. Kırk gün içinde sırlara garkolur, mânevi mertebelere yol alır. O günlerde Bakkal İsmail Efendi adında bir gönül ehli rüyasında Efendimiz’i (Sallallahü âleyhi ve sellem) görür. Serveri âlem ondan Karagümrük Canfeda camii yanında bir oda yaptırmasını ister. İsmail Efendi emri yerine getirir ve burayı nurlandıracak büyüğü bekler. Ali Efendi, Nûreddîn Cerrahi’yi kâmil bir mürşid olarak yetiştirince Karagümrük’teki mekânı işaret eder. Yanına çok sevdiği talebelerinden Süleyman Veliyüddîn ile Muhammed Hüsameddîn Efendileri verir. Bakkal İsmail onları görür görmez anahtarı uzatır ve hizmetlerine girer.
DERGAH OLAN KONAK O günlerde nurlu odanın yanındaki konağın sahibi ölür. Darüssaade ağası (Beşir Ağa) bu konağa talip olur. Ancak rüyasında Nûreddîn Cerrahi Hazretleri’ni görür. Ona “Bizim tekkeye olan ihtiyacımız senin konağa olan ihtiyacından fazladır” buyururlar. İşin hoş yanı aynı rüyayı Sultan Ahmed’de görür. Derhal Yahya Efendi ile 300 altın yollar. Ama bu temiz insanlar paradan, akçeden sıkılırlar. Yahya Efendi evliyalık hallerinin yabancısı değildir. Ayrılırken Nureddin Cerrahi ile müsafaha eder ve onun Selâmi dergâhında yaşadığı hâl ile hâllenir. Karşısındaki zatın büyüklüğünü iyi anlar. Sultan Ahmed konağı satın almakla kalmaz dergâha çevirir ve hizmetlerine sunar. Hak aşıkları uzaklardan koşar, yaradanın zikri ile yıkanırlar. Hem nurlanır, hem nurlandırırlar. Burası İstanbul’u aydınlatan bir kandil olur.
Sakın ha! Nûreddîn Cerrâhî Hazretlerinin talebelerinden biri Sünbül Efendi dergâhında yine bir başka Nûreddîn’in (Seyyid Nûreddîn Efendi’nin) sohbetlerine katılır. Elbette bu mekâna da feyz yağar, aşıklar marifet deryalarına dalarlar. Talebe bir ara içinden “Ah keşke” der, “ben de bu halkanın müdavimlerinden olsaydım” Seyyid Nûreddin birden yerinden kalkar, gelir ve talebenin kulağına eğilir. “Sakın ha!” der, “hocanla ol, hocanla!” ardından tasavvuf yolcularının çok dikkat etmesi gereken bir kaideyi hatırlatır: “Her yere bağlanan hiçbir şeye kavuşamaz, bir yere bağlanan her şeye kavuşur!”

Eşrefoğlu Rûmî’yi sıradan dervişler karşılar ve eline kovaları tutuştururlar. Mübârek sesini bile çıkarmaz, tam onbir yıl hizmetçilik yapar.
Sabreden derviş…
Eşref Bey İznik’de yerleşen Arab asıllı bir âlimdir. Ancak son yıllarında bütün mesaisini oğluna harcar. Onu yetiştirebilmek için kendini paralar. Bu gayretler o kadar dikkat çekicidir ki küçük çocuğun adı unutulur. Onu “Eşrefin oğlu” diye çağırmaya başlarlar. Eşrefoğlu Abdullah İznik’te ne kadar âlim varsa hepsinde okur, ardından Bursa’ya gider. İmparatorluğun en güçlü medreselerinden biri olan Çelebi Mehmed Medresesinden mezun olur. Ancak devrin önde gelen âlimlerinden Alâaddîn Ali onu koyvermez yanına yardımcı alır. Eşrefoğlu güçlü hafızası ve keskin zekâsı ile dikkat çeker ve Bursanın sayılı müderrisleri arasına girer. Artık padişahın yanına yakışsa gerektir ama onun gözü Ebdâl Mehmed adlı bir meczûpdadır. Onda neler görür bilinmez, dünya mertebelerini elinin tersiyle iter. Önce kendi çabaları ile nefsini dizginlemeye çabalar, ancak tasavvuf yolunda mürşidsiz mesafe almanın imkânsızlığını anlar. Bakar olmaz herşeye silbaştan başlar ve Emir Sultan Hazretlerinin kapısını çalar. Büyük veli onu hoş karşılar. “Hoşgeldin” der, “Hoşgeldin ama..” -Ama?
-Seni başkasına ısmarladılar. -Kime? -Hacı Bayram-ı Veli’ye
ANKARA YILLARI Eşrefoğlu “Peki” der, Ankara’ya gider. Onu dergâhta sıradan dervişler karşılar ve kovaları eline tutuştururlar. Kimse “Sen ne okudun, ne yazdın, hangi lisanları bilirsin, hangi kitapları bitirdin, şiir ve edebiyatla aran nasıl?” demez. Basit biri gibi helâları gösterirler. Eşrefoğlu Rûmî yıkar, paklar, kurular. Kuburları kürekler, atlara bakar. Bir kere bile kalbini bozmadan hizmetçilik yapar. Mahalle mektebinden bile geçmeyenler çardak altında serinlerken, o kan terler. Şeytan ve nefsi “Yazık, çok yazık” derler, “Helâları temizlemek senin gibi bir âlime mi kaldı, “ Ama o vesveselerine güler geçer, daha candan siler, daha bir gayretli temizler. 11 yıl, dile kolay tam 11 yıl böyle geçer. Görünüşe bakılırsa Hacı Bayram-ı Veli’nin onun mevcudiyetinden bile haberdar olduğu şüphelidir. Öyle ya o, dergâha gelip giden yüzlercesinden biridir ve o güne kadar hocası ile hususi bir konuşmaları olmaz. Hoş, şeyhinin yanında sesini bile çıkarmaz. Sadece sorulanlara cevap verir. İyi ama soru soran nerede? Eşrefoğlu yine helâları yıkadığı günlerden birinde vesvese veren nefsine “Unutulursan unutul be” der, “bari hatırlanmaya değer biri olsan!” İşte tam o sıra dervişlerden biri koşarak gelir. “Şeyhimiz seni çağırıyor” diye seslenir. Eşrefoğlu huzura çıktığında dizlerinin bağı çözülür. “Mutlaka edebe mugayir bir iş işlemiş olmalıyım” diye düşünür, “Öyle ya benim gibilerin böyle nurlu mekânlarda işi ne?”
NEREDEN NEREYE O kovulmayı bekleyedursun, Hacı Bayram Hazretleri kalblere sürur veren tebessümüyle gülümser. Eliyle yanıbaşına bir şilte serer ve “Buyrun oturun” der. Kısa bir sükûnun ardından “Dünyaya gülüp geçen, zahide bir kızım var” der, “onu alır mısın?” Eşrefoğlu fikir bile yürütmez. Boynunu büker. Bu “nasıl emrederseniz öyle olsun” demeye gelir. Ve öyle de olur. Hayrunnisa Hanım babasının terbiyesinden geçmiş bir edep ve haya timsalidir ki, o dahi marifet denizlerine yelken açmış bir gönül ehlidir.
Hacı Bayram Hazretleri’ne damat olan Eşrefoğlu daha çok çalışır, daha fazla çabalar. Allahü teâlâ gözünden perdeleri kaldırır, sırları aralar. Nitekim hocası ona icazet verir ve “Sen İznik’e git” der, “taliplere ders ver!” Eşrefoğlu Rûmî zahiri ilimlerde zaten eşi az bulunan bir mütehassısdır ama şimdi gönül dilinden de anlar. İnsanları irşad edebilmenin hazzı ve heyecanı ile vazifesine koşar.

Hüseyin Hamavî Hazretleri kimseye yapmadığını yapar, Eşrefzâde’yi şehir çıkışına kadar uğurlar. Ardından hayran hayran bakar ve “Meğer Abdullah-ı Rûmî koca bir deniz imiş. Bizde ne varsa çekip sinesine aldı” buyururlar.
Ogün bütün Hama Eşrefoğlu Rûmi’yi bekler Anadolu’dan gelen er Eşrefoğlu Rûmî, Hacı Bayram-ı Veli’nin halifesi olarak İznik’e gelir, hizmete başlar. Ancak daha ilk günden ayrılık acısıyla yanar. Hocasından ayrı yapamayacağını anlar. Geceler boyu ağlar, içli şiirler yazar. Hasret dayanılmaz olunca Ankara’ya döner ve hocasının dizi dibinde dolu dolu 40 gün geçirir, ki bu 40 gün bir ömre bedeldir. Çok şey kazanır, artık eşi az bulunan bir velidir. Ama hocası bununla da kalmaz. Onu Hama’ya, Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri’nin torunlarından Hüseyin Hamavî’nin yanına yollar. Eşrefoğlu Rumî yanına hanımını ve kızını alarak yollara düşer. O gün Hüseyin Hamavî talebelerine “Anadolu’dan bir er geliyor, çıkıp karşılayın” der. Ama yorgun bir merkeple kör topal ilerleyen küçük kafile dikkatten kaçar. Hamavi Hazretleri ve ailesi onları kapılarda karşılar, içeri alırlar. Eşrefoğlu bu büyük veliden çok istifade eder. Halvet hücresinde kendini unutur, melekler âlemini seyre dalar. Yemek getiren dervişler onu öldü sanırlar. Uyarıldığında “Sultanım bize niye kıydınız?” diyerek gözlerini aralar. Zira bunlar ayrılması zor lezzetlerdir. Eşrefoğlu Rûmî hâllere gark olur. Hatta öyleki alnını koyduğu yerden pınarlar çıkar, bozkırlar suya kanar. Hamavi Hazretleri tabiri caizse onu önce dağıtır, sonra toparlar. Artık Eşrefoğlu kâmil bir mürşiddir. Hocası ona zarif bir hırka verir ki, bu talipleri yetiştirmesi için vazifelendirildi demektir. Hüseyin Hamavî kimseye yapmadığını yapar, onu şehir çıkışına kadar uğurlar. Ardından hayran hayran bakar ve “Meğer Abdullah-ı Rûmî koca bir deniz imiş. Bizde ne varsa çekip sinesine aldı” buyururlar.
YİNE İZNİK Eşrefoğlu şan ve şöhretten hoşlanmaz. İznik’de kendi halinde yaşar. Ancak Hama’dan gelen biri onun menkıbelerini anlatmaya başlayınca insanlar birden değişir, aşırı hürmet ederler. Göstere göstere düğme ilikler, önünde eğilirler. Eşrefoğlu çok sıkılır. Alır başını dağlara çıkar. Pınarbaşı denilen mevkide mütevazı bir dergâh kurar, talipleri yetiştirmeye başlar. Abdullah-ı Rumî burada onlarca eser yazar. Ancak İstanbul’un fethinden evvel kaleme aldığı Müzekkin-nüfûs adlı kitabı çok okunur. Manevi rızıklardan nasibi olanlar onu dağların ardında da bulurlar ki bu aşıklardan biri Sadrazam Mahmud Paşa’dır. Eşrefoğlu Rûmî kızı Züleyha’da dedesinin (Hacı Bayram-ı Veli’nin) hallerini görür ve ona çok emek verir. Doğrusu o çok kaabiliyetlidir ve bu tevveccühe değer O günlerde Abdürrahim adlı bir genç Eşrefoğlu Rûmî’nin dikkatini çeker. Bu samimi çocuk iyi işlenebilirse büyük bir veli olur. Çok geçmez Abdürrahim dergâhın kapısını çalar. Eşrefoğlu onunla ilgilenmez görünür. “Verin eline kovaları çalışsın” der, “kırık dökük ne kadar iş varsa yükleyin ona” Abdürrahim su taşır, hayvanlara bakar, temizlik yapar. Vesveselerin yağmur gibi yağdığı bir gün nefsine çıkışır, “Sen kendini ne sanıyorsun” der, “hem ben kimim ki?” Eşrefoğlu Rûmî, Hacı Bayram Hazretlerinin kendisine yaptığını yapar. Abdürrahim’i yanıbaşına oturtur “bak evladım” der, “zahide bir kızım var, beni dinlersen onu al.” Bu genç umduğu gibi çıkar, gün gelir manevi mirasından da hissedar olur. İznik’de yeni bir nur parlar. Onu “ Abdürrahim Tırsi” adıyla anarlar. Eşrefoğlu Rûmî İznik’te kendi adıyla anılan caminin avlusunda medfûndur.
Eşrefoğlu Rûmî’den Bu dervişlik yoluna Sıdk ile gelen gelsin Hakk’tan özge ne ki var Gönlünden silen gelsin.
Dervişlik dedikleri Nihayetsiz denizdir Bu pâyânsız denizin
Mevcini duyan gelsin.
Derviş dili nûr doğar Her lahza göğe akar
Ben diyem doğru haber Canına kıyan gelsin
Dervişin gözü açık
Dünü günü uyanık Bu söze Rabbim tanık Bakmadan gören gelsin
Dervişin kulağı sak Hak’tan alır ol sebak Deprenmeden dil dudak
Sözü işiten gelsin
Dervişler Hakk’ın dostu Canları ezel mesti
Aşk şem’ini yaktılar Pervane olan gelsin
Bu Eşrefoğlu Rumî
Dervişliğe geleli Nefsindendir çektiği Nefsin öldüren gelsin.

Hasan Sezai Efendi 1700’lü yıllar filândır. Edirne’de adı kötüye çıkmış bir kadın vardır. Zamanında çok kimseyle düşer kalkar ama bir gün kendine gelir, hayatından iğrenir.
Hasan Sezai Efendi
1700’lü yıllar filândır. Edirne’de adı kötüye çıkmış bir kadın vardır. Zamanında çok kimseyle düşer kalkar ama bir gün kendine gelir, hayatından iğrenir. Hulus-u kalp ile tövbe eder. Ancak serseri takımı peşini bırakmaz, onu sürekli rahatsız ederler. Kadıncağız bakar olmayacak Hasan Sezai Hazretleri’nden yardım ister. Mübârek ona aşçı kadınların yanında bir yer ayırır. Kadın yük olmak istemez. Gönüllü olarak mutfakta çalışır. Ne bileyim soğan soyar, bulaşık yıkar. O tabakları arındırdığını sanır ama içi temizlenir, kalbi yunur yıkanır. Hasılı ilk defa hayatı mânâ kazanır ve çok mutludur. Ancak Edirne’nin bıçkınları onun izini çabuk bulur, bu kez dergâha musallat olurlar. “Hele bakın şu Hasan Baba’ya” derler, “Yaşından, başından utanmadan, malı kapattı iyi mi?” Hatta iyice arsızlaşırlar, kapıya koca bir boynuz asarlar. Ancak o gece dilini iftiraya bulaştıranları dayanılmaz bir kaşıntı tutar. Bu öylesine bir ıstıraptır ki anlatılamaz. Hatta bazıları cildlerini bıçakla kazır, bazıları usturayla kanatırlar. Ne kaynar sular fayda verir, ne mahalli ilaçlar. Bırakın uyumayı, oturamaz, yürüyemez, konuşamaz olurlar. Hekimler çaresizlikle ellerini açar, “Hiç görülmedik bir şey” diye mırıldanırlar. Nitekim bu belânın nereden geldiğini anlar, dergâhın kapısını çalarlar. Hasan Sezai Efendi kapıya astıkları boynuzu yine onlara öğüttürür, ki bundan cildine sürenler şifa bulurlar.
NEREDEN NEREYE Hasan Sezai Hazretleri aslen Korentli’dir (şimdi Yunanistan sınırları içindedir). 1687 yılında Venedikliler burayı basarlar. İnsanlar evlerinden, yurtlarından olur, çok güç durumda kalırlar. Sağa sola dağılan muhacirlerin içinde genç Hasan’da vardır. Nitekim İstanbul’a kalkan bir tekneye kendini atar. Bir meçhule yelken açar. Artık kaybedecek bir şeyi yoktur. Gamlıdır, kederlidir, ağlamak ister, ancak aynı gemide yolculuk eden biri dikkatini çeker. Bu zât iri yarı değil ama çok heybetlidir, hüzünlü görünür ama sevimlidir, hem bakışlarında şimdiye kadar rastlamadığı bir derinlik vardır. Birden onunla tanışmak, konuşmak ister. Hasan Sezai soluk soluğa başından geçenleri anlatır, ama muhatabı başını mânâlı mânâlı sallayıp güler, “Alçak dünyadan ne bekliyordun ki” der. Bu ses pansuman gibidir, gönlünün ferahladığını hisseder. Yolculuk rıhtımda biter ama dostluk yeni başlar. Gemide tanıştığı mübarek (Muhammed Sırrı Efendi) rüyalarına girer. Ona “Ey Hasan” der, “Bize ne zaman geleceksin?” Hasan Sezai ışık görmüş pervaneye döner, o cezbeyle yollara düşer. Edirne’de Aşık Musa Dergâhında buluşurlar. İşte o günden itibaren dünyayı ve dünyalığı elinin tersiyle iter, Muhammed Sırrı Efendiden feyz derler. Olacak bu ya tam tasavvuf basamaklarını tırmanmaya başlamıştır ki hocasını kaybeder. Ancak yerine geçen Muhammed Lâ’lî Fenâî Efendi hocasını aratmaz. Onunla yakından ilgilenir. Gün gelir bakmadan görmeye, işitmeden bilmeye başlar ki mezun olsa gerektir. Ondan Gülşenî Veli Dede’nin dergâhında şeyhlik etmesi istenir. Şimdi hocasından ayrıdır ama aralarında güçlü bir rabıta vardır. Öyle ki Lâ’lî Fenâî Efendi’nin vefatını hisseder. O an teessüründen bayılır, düşerken dişleri kırılır. (Bu diş türbesinde saklanmaktadır.) Hasan Sezai tam bir ilim sevdalısıdır, bu uğurda dünyayı dolaşır. Ancak ne Edirne’yi unutabilir, ne de Edirnelileri. Nitekim döner dolaşır bu şirin şehre gelir ve orada vefat eder.

Kur’an-ı Kerim Arabistan’da indi. Mısırlılar iyi okudu, Türkler güzel yazdı.
Ustalarını unutturan usta HAFIZ OSMAN Meşhur hikayedir. Bir gün hattat’ın biri Eminönü’nden kayığa biner ve “Çek evlâdım” der. O devirde çek evladım demek “Üsküdar’a gidiyoruz” demeye gelir. Sandalcı sevimli bir Anadolu çocuğudur. Adet bu ya hattat ona memleketini, tahsilini, heveslerini sorar. Bu arada delikanlı teknesini martılarla yarıştırır ve usta bilek darbeleri ile iskeleye yanaştırır. Hattat önce pırıl pırıl bir gümüş kuruş gösterir, sonra çıkarır hokkasını öylesine bir kağıta tek harekette bir “vav” çizer. Delikanlıya döner “Bana sorarsan bunu al” der. Sandalcı bu babacan tavırlı adamı kırmaz, “Öyle olsun” der, boynunu büker.
İŞ Kİ ÖZENSİN Sandalcının işi ne? Yolcu çekmek. Garibim bu kez karşı tarafa müşteri bekler. Elindeki vav’a bakar kalır, hatta birara “n’apsaydım” der, “akçeyi mi alsaydım acaba?” Çok geçmez çelebi tipli birileri etrafında biter, “Bu hattı bize sat” derler. Kayıkçı güler: “Bu bir tek ‘vav’ para mı eder?” – Eder eder. Yeterki sen satmaya razı ol. – O kadar merâklıysanız alın canım. – Sen ne istiyorsun? – Bilmem, siz ne verirseniz. Çelebiler öyle bir para verirlerki sandalcının dudakları uçuklar. Bu işe çok şaşar. Olacak bu ya günün birinde hattat, yine sandalına düşer. Genç kayıkçı “Aman ne iyi” der, “Yine bir vav çizdirirsek işe bak” Sandal iskeleye yanaşır. Ama ortada ne hokka vardır, ne kağıd. Hattat akçeyi uzatır. Sandalcı “Aman efendim, niye zahmet buyurdunuz” der, “Siz ufacık bir vav çizseniz kâfi idi” Hattat bilmiş bilmiş gülümser “Al bakayım paranı” der, “geçen gün sana bir tek vavın bile para ettiğini anlatmaya çalıştım ama sen hâlâ kürekçilikte diretiyorsun” Sandalcı “Benden adam olur mu?” demez. Hattatın peşine takılır, sanatımız bir usta daha kazanır. Bu menkıbeyi bir çok hattat için anlatırlar ama ben hafız Osman’a yakıştırıyorum. Niye? Öyle! Çünkü bu gün onu tanıtmaya çalışacağız sizlere. Hafız Osman Haseki Camii Müezzini Ali Efendinin oğludur. Çocuk yaşta rahle başına oturur, şaşılacak bir zamanda hafız-ül Kur’an olur. Ancak onun yazmaya olan isteği ve istidadı dikkatten kaçmaz. Bizzat Sadrazam Köprülü Fazıl Mustafa Paşa tarafından himaye görür ve önü açılır. İlk hocası Derviş Ali Efendidir. Ancak gözleri zor seçen Ali Efendi “Bu kaabiliyet usta ellerde şekillenmeli” der ve Suyolcuzâde Mustafa Efendi’ye havale eder. Hafız Osman sülüs, nesih, muhakkak, reyhânî, tevkî ve rik’a üzerine icazet alır. Ancak henüz 18 yaşındadır ve daha öğrenecekleri şeyler vardır. Bu kez Şeyh Hamdullah’ın tarzına en vakıf hattat olarak bilinen Nefeszâde’nin önüne oturur. Herşeye silbaştan başlar. Benim icazetim var demez, çocuklar gibi elif yazar, be yazar. Ancak gün gelir işin mütehassısları bile onun hatlarını Şeyh Hamdullah’ınkilerden ayıramazlar. Hafız Osman 40 yaşından sonra kendi tarzını belirler ve ustalarını unutturur. Hatta gün gelir padişahlar önüne çöker ders alırlar. 2. Mustafa ve 3.Ahmed hokkasını tutarlar. İşi Kur’an yazmak olan, gününü gecesini kelâm-ı ilahiye ayıran biri nasıl olur? Elbette manevi makamlara yol alır. Hele Seyyid Alâaddîn gibi bir mürşidi rehber edinmişse. Hafız Osman her cuma Sünbül Efendi Dergâhı’na gelir. Zikri müteakip koynuna doldurduğu varakları dervişlere dağıtır. Kimisi evinin köşesine asar, kimi hatıra olarak saklar, kimisi de satıp ihtiyaçlarını karşılar. Ama hafız Osman bunları paraya çevirmez. Ona göre hat parası olana değil, kıymetini bilene yakışır.
BİLDİĞİNİ SAKLAMAZ Mübârek bu sanatın yaşamasını çok ister ve merâklılara ders verir. Bir günü zenginlere, bir gününü fakirlere ayırır. Zira ne fukaranın kıymetli takımlara özenmesine dayanır, ne de zengini sevdiği aletlerden ayırır. Hafız Osman Efendi herkese ders verir ama kimseden ücret almaz. Dahası fakir talebelerinin kağıt, kamış ihtiyacını karşılar. Mübârek tam kırk yıl durup dinlenmeden çalışır. Yüzlerce Mıshaf-ı Şerif, En’am, Delâil-i hayrât, kıtalar, murakkalar yazar. O bir Resulullah aşığıdır. Bir gün rüyasında Efendimiz’i (sallallahü âleyhi ve sellem) görmekle şereflenir ve aldığı emir üzerine Hilye-i Seadet’i yazar. Hilye-i Seadet, Hazret-i Ali’nin ifadesiyle Resul-u Ekremin şemaili şerifidir. (Mübârek simalarını tarif eder)
Hafız Osman evinden çıkar çıkmaz etrafı hevesli gençlerle sarılır. O hiçbirini kırmaz kâh bir duvara yaslanır, kâh bir kenara çöker, yazılarını tashih eder. Hafız Osman elinin kıvraklığını kaybetmemek için sürekli yazar. Hatta hac yolunda bile hem gider, hem çizer. Hokkasıyla kamışını elinden düşürmez. Zaman zaman ellerini açar, “Allah benim canımı bu iş üzere alsın” diye dua eder. Nitekim talebelerinden Yedikuleli Emir Efendiyle “Ve eykane ennehû yevm-el-firâk” mısraını yazarlarken ruhunu teslim eder. İmam-ı Zeynelâbidîn bu mısrada ne der biliyor musunuz? “O, onun ayrılık günü olduğunu bildi!”

Adý üzerinde Gümüþhânevi Hazretleri Gümüþhane’de doðar. Küçük Ziyâeddîn henüz 5 yaþýna gelmeden hatmeder ve 8 yaþýnda mektebini bitirir.
Karadeniz’den doðan güneþ “Ziyaeddîn Gümüþhanevî” Sabırla imtihan Adý üzerinde Gümüþhânevi Hazretleri Gümüþhane’de doðar. Küçük Ziyâeddîn henüz 5 yaþýna gelmeden hatmeder ve 8 yaþýnda mektebini bitirir. Ardýndan “Laz Hoca” adýyla anýlan Þeyh Osman Efendi’den sarf, nahiv ve fýkh öðrenir. O yýllarda Gümüþhane kendi halinde bir beldedir. Babasý müteþebbis ruhlu biridir, Trabzon’a göçer ve ticarete girer. Ýþleri iyi, hatta fazla iyi gider, müþteriye yetiþemezler. Hele aðabeyi de askere gidince Ziyaeddin’in yükü aðýrlaþýr. Ama o para kovalamakla kaybettiði vakitlere yanar. Hoþ “ilim öðrenmek istiyorum” dese izin koparacaðýný bilir, ama babasýný zor gününde yalnýz býrakmaktan çekinir. Ýþte doluya koyup aldýramadýðý, boþa koyup dolduramadýðý günlerden birinde dükkâna beli bükük bir ihtiyar gelir ve lâfý döndürüp dolaþtýrmadan bir menkýbeye getirir. Efendim. Zengin ama çok zengin bir tüccar ölmekten çok korkar, kabir kefen dendi mi ilikleri donar. Hele yakýnlarýnýn onu terkedip gideceklerini düþündükçe týrnaklarýný kemirir, saçlarýný yolar. Derken rahatlatýcý bir yol bulur. Öldüðü gece kabrinde kendisiyle kalana hatýrý sayýlýr bir servet verecektir. Ýyi ama mezarda gece geçirecek yiðit nerede? Lâkin hamalýn biri çýkar gelir ve “tamam” der, “hoþ, ben zaten ölmüþüm”. Garibin tek sermayesi üç kulaç urganýdýr. Ne tarlasý, tapaný vardýr, ne evi, hayvaný. Artýk eskisi kadar güçlü de deðildir. Uzatmayalým, gün gelir emr-i Hakk vaki olur. Hamala “hadi bakalým” derler. Onu tüccarla mezara koyar üstünü kalasla kapatýrlar. Çok geçmeden sual melekleri gelir. Zengin adamýn hesabý bitecek gibi deðildir. Melekler hamala yönelirler. Sorular peþpeþe yaðar. “Söyle bakalým” derler “sen o urganý kimden aldýn, niye aldýn, parasýný nasýl ödedin, kazandýklarýný neyledin?” Hasýlý garip adam ecel terleri döker. Sabahý zor eder. Seher vakti onu çýkarýr “müjdeler olsun” derler, “artýk zengin oldun”. Hamal “Aman kalsýn” der, “istemiyorum!” – Ama nasýl olur? – Ben bir urganýn hesabýný verinceye kadar bittim tükendim. Bunca malýn hesabýný nasýl veririm?
Meçhul ihtiyar Ahmed Ziyaeddin’e döner ve raflarý göstererek “Bu dükkanda çok mal var” der, “Hesabýnýz çetin olacak!” Bu menkýbe Ahmed Ziyaeddin’e çok tesir eder. Bakýn þu iþe ki tam o gün aðabeyi askerden döner. Babasýndan izin ister yollara düþer. Ahmet Ziyaeddin büyük bir tevekkül ile Ýstanbul’a gelir. Nitekim çaldýðý ilk kapý ardýna kadar açýlýr ve Bâyezid medresesine kâbul edilir. Sevimli çocuk olaðanüstü kavrayýþ kâabiliyeti ile dikkat çeker. Öyleki zaman zaman müderrislere vekâlet eder. Nitekim icâzetini aldýðý gün ayný medreseye tayin edilir. Yýllardýr hasretini çektiði þey budur iþte. Gün boyu okur, yazar. Kitaplara olan aþinalýðý artar. Tam 25 yýl böyle geçer. Evet ilim adýna az kimseye nasip olan bir mertebeye kavuþur ama artýk hâllere sýrlara vakýf olsa gerektir. Bunun da tek yolu vardýr: “Bir mürþid-i kâmil bulmak!”
Ahmed Ziyaeddin Efendi yýllarca Allah’a yalvarýr, ledün ilmine vakýf bir rehber arar. Hak teâlâ böylesi samimi istekleri karþýlýksýz býrakmaz. Onu Üsküdar Alacaminare Dergâhýnda taliplere feyz veren Baðdatlý Abdülfettah Hazretleri ile karþýlaþtýrýr. Ziyaeddin Efendi büyük veliye ilk görüþte aþýk olur, ancak Abdülfettah Hazretleri “Maalesef” der, “senin nasibin bizim elimizde deðil”. – Peki kimin elinde? – Bekle! O da öyle yapar. Bekler. Býkýp usanmadan, þevkini heyecanýný kaybetmeden bekler. Aradan yýllar geçer. Bir gün yaþlýca biri omuzuna dokunur. “Ahmed Ziyaeddin sen olmalýsýn” der, “beni senin için yolladýlar”. Yüzünde güller açan mübârek öylesine sevimlidir ki kýrk yýldýr tanýþtýðýný sanýr. Bu zat Mevlânâ Hâlid-i Baðdâdi Hazretlerinin halifelerinden Trablusþam müftüsü Ahmed Ervadi’dir. Birlikte Mahmudpaþa Medresesine çekilirler. Tam 40 gün 40 gece zikreder, fikrederler. 41’inci gün gizliler aydýnlanýr, zahir mânâ kazanýr. Ama hocasý sýr olur kaybolur. Ahmed Ziyaeddin Efendi dalýndan koparýlmýþ güle döner. Teselliyi yine Abdülfettah Hazretlerinin sohbetlerinde arar. Bu öylesine bir hasrettir ki ancak ehli bilir. Yanýk aþýk sabahlara kadar aðlar, ahý gökleri sarar. Ýki sene, söylemesi kolay tam iki sene kendini paralar. Hani derler ya talebe samimi ise hocasýný ayaðýna getirir. Ahmed Ziyaeddin Efendi de Ervadi Hazretlerini Ýstanbul’a çeker. Tekrar buluþurlar. Þimdi tek nefesi bile hazine bilir. Nitekim o kýsa sürede sadece Nakþibendiyye’nin edeplerini öðrenmekle kalmaz Kadiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye, Çeþtiyye, Halidiyye, Halvetiyye, Bedeviyye, Rýfaiyye, Þaziliyye yollarýndan da icazet alýr.

Eğer gülyüzlü bir veli baldan tatlı üslubu ile saadet yolunu gösteriyorsa n’olur? Samimi müminler etrafında toplanırlar.
Huzurunda padişahlar diz çöktü… Hünkâr Şeyhi Eğer gülyüzlü bir veli baldan tatlı üslubu ile saadet yolunu gösteriyorsa n’olur? Samimi müminler etrafında toplanırlar. İşte Gümüşhanevi Hazretleri’nin de seveni çoktur. Evi ziyaretçilerle dolup taşar, odalara sığmaz olurlar. Gün gelir bir dergâh kaçınılmaz olur. Babıâli’nin karşısındaki Fatıma Sultan Mescidi’ni onarıp genişleterek sohbete açarlar. (Bu mescid bilahare yıktırılır ve üzerine İstanbul Defterdarlığı yaptırılır.) Ahmed Ziyâeddîn Efendi dergâhın müdavimleri ile bir sandık tesis eder. Parayı çalıştırarak artırırlar. Gün gelir ihtiyaç sahiplerine borç verir, talebelere yardım dağıtırlar. Dahası bir matbaa kurar, kitaplar basarlar. Rize, Bayburt ve Of’ta kütüphaneler açar, bunları donatırlar.
Ahmed Ziyaeddîn Efendi misafirsiz sofraya oturmaz. Yatsı namazından sonra dünya kelâmı konuşmaz. Diz üstü oturur ve öylece uyur. Kendinden geçecek kadar hastalandığı bir gün, çağırılan hekim onu sedire uzatır. Mübarek bir ara kendine gelir ve çok utanır. “Bunu yapmayacaktınız işte” der, “Rabbimin huzurunda ayaklarımı uzatmayacaktınız.” Ziyaeddin Efendinin sohbetleri derin ama sadedir. Herkes ilmince anlar. Yaşadığı devrin padişahları Abdülmecid, Abdülaziz ve 2. Abdülhamid Han dergâha sıkça uğrarlar. Ziyaeddin Efendi sıcak yaz günlerinde Yuşa tepesine çadır kurar ve sevenleriyle sohbet yapar. Gençler ve çocuklar hatta Beykoz’un Rumları gelir, halkaya katılırlar. Günün birinde yine çadırın gölgesine çekilir, asrı saadet yıllarına dalarlar. Sahabe-i kiramı öylesine tatlı anlatırlar ki dinleyenler nefes almaya korkar. Tam o sıra hırpaninin teki gelir, çadırın tam karşısına takılır. Cebinden çıkardığı şişeden irice bir yudum alır ve kemanına asılır. Kısık sesiyle meyhane havaları çığırır. Millet çok rahatsız olur. Hatta genç dervişler, ikaz etmeyi düşünürler. Ziyaeddin Efendi çalgıcıyı çadırına davet eder ve kulağına bir şeyler söyler. Adamcağızın beti benzi atar, sonra katıla katıla ağlamaya başlar. Tövbe eder ve dergâhın müdavimlerinden olur. Aradan yıllar geçer, hadiseyi soran arkadaşlarına şunları anlatır: -Bir zamanlar tedrisine devam ettiğim bir gönül ehli vardı. Bir miktar hizmet etmekle şereflendim, duasını aldım. Son nefesini verirken yanındaydım. Bana “Oğlum korkma senin sonun iyi olacak, zira seni Allah-ü teâlâ’nın salih kullarına ısmarladım” dedi. Aradan yıllar geçti ve ben şirazeden çıktım. Hovardalığa vurdum, paramı pulumu meyle, neyle dağıttım. İşte Ziyaeddin Efendi o gün kulağıma iki şey söyledi Biir: “Hocanı hatırla!” İkiii: “Seni bize ısmarladılar!”
HOCAMA TERCÜMAN
Talebelerinden biri Arapça gramer işine fazla takar. Hatta bu uğurda yıllarını verecek kadar. Tam Mısır’a gitmek için izin isteyecektir ki “Oğlum sen filan camiye git, insanlara nasihat et” buyururlar. Halbuki o talebenin anlatabileceği tek mevzu vardır: “Dilbilgisi kuralları!” O güne kadar gramerle kaybettiği vakitlere yanar. Yine de söz dinleyip kürsüye çıkar. Cami tıklım tıklım dolar, cemaat yüzüne bakar. Talebe rahattır. “Ben, beni çıkarana teslimim” deyip hocasına sığınır. O gün bülbül kesilir. Mevzudan mevzuya geçer, sohbeti dantel gibi işler. Bunlar duyulmadık şeylerdir. Öyle ki vaazından kendisi bile istifade eder. Cemaat tebrik için çevirdiğinde “Ben bir garip tercümanım”, der “ne varsa hocamda var.”
BURASI DA İYİ AMA… Dergâhın hizmetine bakan dervişlerden biri sıcak geçen bir günün ardından bir köşeciğe çöker. “Burada geçirdiğim günler de güzel ama” der, “Evlenseydim üç beş tane çocuğum olmuştu bile” Tam o sıra yanıbaşındaki gölgenin farkına varır. Kafasını kaldırınca Ahmed Ziyaeddin Hazretleri ile göz göze gelir. Talebe toparlanmaya çalışır ama mübârek onu omuzundan tutarak oturtur ve “Senin işin çok yiğidim” der, “Çocuk büyütmek kolay mı?” Benzeri hadiseler öylesine çok cereyan eder ki talipler kalplerinden geçene bile dikkat ederler.
HEPSİNİ YA KİBRİYA Ziyaeddin Efendi ömrünü ilme hizmetle geçirir, çok talebe yetiştirir. Gün gelir yaşlanır. Gözleri görmez, kulağı işitmez olur, ama hafızası şaşılacak kadar berraktır. Son saatine kadar talebesi ile sohbet eder. Ölüm anında ne görür bilemeyiz ama “Hepsini isterim ya Kibriya” der ve arzusu yerine gelmiş insanların huzuru ile gözlerini kapar. Umulur ki sevenlerinin affını dilemiştir. Gümüşhanevi Hazretleri talebelerine iki sahifelik bir mektup bırakır ki vasiyyeti gibidir. Bir mürşid-i kâmile bağlan. Asla övünme. Hocana güven. Herşeyi anlamaya çalışma, sohbete ve hizmete devam et. Süsü ve debdebeyi terket. Korku ve ümmid arasında ol. Temiz ve tertipli ol. Tevazu ve kanaat ehli ol. Niyetini düzelt. Sözünde dur. Zikri ve rabıtayı aksatma. Nefsinden sakın. Yalnızlığı sev. Tövbe et. Tevekkül et. Şükr et.
Sadık talebeler Ziyaeddin Efendinin talebeleri hocalarına sadıktırlar. Denileni yapar. Niyesini, niçinini sormazlar. Hatta “Nasıl?” demeyi bile edepsizlik sayarlar. İşte Anadolu’ya kütüphaneler kurduğu günlerde, talebelerine bir araba dolusu kitab verir ve Rize’ye götürmelerini ister. Üç beş genç kitapları güç hal limana indirirler. Rize’ye kalkacak tekne son hazırlıklarını bitirmek üzeredir. Alel acele kitabları yerleştirirler. İçlerinden yeni olanı “İyi ama” der, “üzerimizde para yok ki.” Diğerleri parmaklarını dudaklarına götürür “Aman sus!” derler, “Bizi yola koyan sahipsiz bırakmaz”. Nitekim tam halatlar çözülürken adamın biri güverteye çıkar, kuşaklarına birer kese altın sıkıştırır ve tekrar iskeleye atlar. Öyle ansızın gelir ve öylesine çabuk gider ki tanışamazlar.

Seyyid Muhammed bin İbrahim, bizim bildiğimiz adıyla Hacı Bektâş-ı Veli Türkistan’da doğar.
Ahilerin ve yeniçerinin pîri: Hacı Bektaş-ı Veli Seyyid Muhammed bin İbrahim, bizim bildiğimiz adıyla Hacı Bektâş-ı Veli Türkistan’da doğar. Seyyid Muhammed çok farklı bir çocuktur. Ailesi onun büyük bir veli olacağına inanır. İyi yetişmesi için Lokman Perende Hazretleri’nin dergâhına yollarlar. Lokman Perende Asya’nın güneşi olarak tanınan Ahmed Yesevi’nin (Kuddise sirruh) halifesidir ve bu halka “altın silsile” adıyla bilinen veliler zincirine bağlanır. Lokman Perende, Seyyid Muhammed’i çok sever Ona özel bir ihtimam gösterir. Bu küçük çocuk harikulâde hâlleri ile büyük veliyi bile şaşırtır. Nasıl mı? Lokman Perende Hazretleri bir gece Seyyid Muhammed’in hücresinden hüzme hüzme fışkıran nurları görür. Ansızın kapıyı açar. İki gülyüzlü zât, küçük dervişe ders okutmaktadır. Lokman Perende eşikten adımını atar atmaz kaybolurlar. Mübârek sorar: “Kimdi onlar?” Seyyid Muhammed olağan birşeymiş gibi “Dedelerimdi” der, “Sağdaki Efendimiz’di, soldaki Hazreti Ali!” Artık öyle olur ki dergâhtakiler sıkıntılarını ona götürürler. Mesela su taşımaktan bezen minik bir talebe “Ne olurdu” der, “avluda bir pınar olsaydı?” Lokman Perende “A güzel evlâdım” der, “ben günahkâr bir kulum, böyle şeyleri istemeye yüzüm tutmaz. Ancaaak…” – Ancak? – Senin yerinde olsam bunu Seyyid Muhammed’e söylerdim. Seyyid Muhammed, minik arkadaşını kırmaz “Pınar kolay” der, “Dedem Muhammed Aleyhisselâm hürmetine Allahü teâlâdan isterim. Verirse ne âlâ. Ama sen git hocamızdan izin iste.” O izin alır, beriki ellerini açar. Avluda şekerden tatlı bir su bıngıldar, etrafında rengarenk çiçekler açar. Allah-ü teâlâ yüzü suyu hürmetine kâinatı yarattığı Habibi’nin, sevimli torununu hiç kırmaz. O sene Lokman Perende Hazretleri hacca niyetlenir. O yıllarda mukaddes yolculuk çok zahmetlidir. İşte aç, susuz Arafat meydanına çıktıkları demlerde dervişlerden biri muhabbet olsun diye konuşur. “Biliyor musunuz efendim” der, “Şimdi sizin evde bayram hazırlığı başlamıştır. Börekler açılmış, helvalar basılmıştır.” Lokman Perende gülümser, “Öyle olmalı” der geçer. Tam o esnada çadırın kapısı aralanır eşikte Seyyid Muhammed görünür. Elinde yemeklerle donanmış bir sini vardır. Köfteler, dolmalar, börekler, helvalar. Lokman Perende Hazretleri hanımının elinden çıkan yemekleri tanır, üstelik bunlar evinin kaplarıdır. İşte o günden sonra küçük talebesini “Hacı” diye çağırır. Seyyid Muhammed bizim bildiğimiz adıyla “Hacı Bektâş-ı Veli” ilimlerle donanır, icazet alır. Hocası onu Anadolu’ya yollar. Zira o yıllarda (Orhan Gazi dönemi) Osmanlı sürekli genişler ve Hıristiyan tebâya İslâm’ı anlatacak zâtlara çok ihtiyaç vardır. Dahası artık devlet olmak, müesseseleşmek zorundadırlar. Hacı Bektaş-ı Veli bu genç padişahı çok sever ve ona destek olur. Meselâ sanatkârları toparlar, “Ahilik” teşkilâtını kurar, ardından Hıristiyan menşeli gençleri irşad eder. Yeniçeri’ye cihad ruhu aşılar.
4 KAPI 40 MAKAM Hacı Bektâş-ı Veli İslâmiyet’in dört kapısından bahseder ki bunlar Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat’tır. Herbiri mâkam mâkamdır. Şeriat’ın mâkâmları: İman etmek, ilim öğrenmek, namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak, cihad etmek, gusletmek, helâl kazanmak, faizden kaçmak, nikâh yapmak, hayz ve nifas ilmini bilmek, mahlukâta şefkat göstermek, temiz yemek, temiz giyinmek, iyiliği emredip kötülükten sakınmak ve sakındırmaktır. Tarikat’ın mâkâmları: Pirden el almak, mürid olmak, tövbe etmek, saçı sakalı ve elbisesi ile dervişe benzemek, nefisle savaşıp pişmek (olgunlaşmak), hizmet etmek, havf (son nefesten korku duymak), reca (Allah’ın rahmetinden ümitkâr olmak), hırka, zenbil, makas, seccade, tesbih, iğne ve âsayı âziz bilmek, cemaat sahibi, nasihat sahibi, muhabbet sahibi olmaktır. Dahası aşk, şevk, sefa ve fakirliktir. Marifetin mâkâmları: Edebdir, korkudur, perhizkârlıktır, sabırdır, kanaattır, utanmaktır, cömertliktir, ilimdir, tevazudur, kendini bilmektir. Hakikatin mâkâmları: Toprak gibi olmaktır, 72 milleti ayıplamamaktır, elinden geleni esirgememektir, mahlukâtın senden emin olmasıdır, yaradılış sebebi olan Muhammedî nuru bulmaktır, taliplere hâkikat sırlarını söylemektir, seyr-i sülûktur, sırdır, münâcaattır (Allaha yalvarmaktır), nihayete ulaşmaktır. İşte mübareğin Arapça olarak kaleme aldığı Makâlât yukarıdaki bilgileri ihtiva eder. Hacı Bektaş-ı Veli ömrü boyunca İslâm ahkâmından kıl kadar ayrılmaz. Talebelerini Allah’ın kitabına, Resulullah’ın sünnetine çağırır. Seven “sevdiği gibi” olmalıdır.

Merzifon’u gördünüz mü bilmem. Gelişigüzel gelişmesine rağmen dolu dolu tarih soluyacağınız ender yerlerden biridir.
Anadolu’nun feyz pınarlarından biri Abdürrahim Merzifoni Merzifon’u gördünüz mü bilmem. Gelişigüzel gelişmesine rağmen dolu dolu tarih soluyacağınız ender yerlerden biridir. Bakımsız ve yıkık da olsa köprüleri, çeşmeleri, hanları, hamamlarıyla güçlü bir geçmişin izini taşır. Sonra o kadar çok cami ve medrese ile karşılaşırsınız ki “Bir zamanlar burası âlim kaynıyor olmalı” demekten kendinizi alamazsınız.
Hoş Merzifon Anadolu’nun menzil taşlarından biridir. Orada ilk meşaleyi Ahmed Yesevi Hazretlerinin talebelerinden Piri Baba yakar. Yakış o yakış.
Merzifon’u Türk yurdu yapan emirlerden Sarı Danişmend, oğlunun ilim ehli biri olmasını çok ister. Küçük Abdürrahim’i önce kendi dizi dibine sonra bilge hocaların önüne oturtur. Ardından o devrin ilim merkezlerinden Osmancık’a yollar ki medrese arkadaşlarından biri Şamlı Muhammed’dir (Akşemseddin). Doğrusu şu ki Merzifonlu Abdürrahim ve Şamlı Muhammed iyi anlaşır, kardeş gibi olurlar. Boğazlarından ayrı lokma geçmez, birlikte olamadıkları saatlerin ardından içlerini hasret sarar. Tatillerde bile memleketlerine gitmez, medresede kalırlar. Belki de “fena fi arkadaş” denilen hâl bunu gerektirir. Kimbilir?
Medresenin bütün öğrencileri pırlantadır ama bu ikisi akranlarına bariz bir fark atarlar. Hızla ilerler ve genç yaşta müderris olurlar. Yine mezun oldukları medresede vazife alır, talebe okuturlar. Evet, şimdi yörede hatırı sayılır bir âlimdirler, ancak işin hâkikatına varsalar gerektir. Bunun da tek yolu vardır: “Ledün ilminde mütehassıs bir veli bulmak, huzurunda diz kırmak”. Arar, sorar, istihareye yatarlar. Merzifonlu Abdürahim’in zihninde berraklaşan isim Mısır’da ki Zeynüddin Hafi Hâzretleridir. Ama Şamlı Muhammed Hacı Bayram Hazretleri’ne bağlanmakta karar kılar. Genç derviş büyük bir heyecanla Ankara’ya gider ve büyük veliyi bulur. Ancak mübareği kapı kapı teberrû toplarken görür ve yıkılır. Acemilik bu ya, nedenini, niçini sormaz, oracıktan döner, arkadaşına katılır. Birlikte Mısır’a yürürler. Ancak Şamlı Muhammed Hâlep’te takılır kalır. Ona nasibinin Hacı Bayram-ı Veli’nin elinden olduğu işaret edilir. Hacı Bayram Hazretleri bizzat rüyalarına girer ve davet eder. Hatta bir ara onu zincirle çeker ki, uyandığında izi vardır boynunda. Şimdi şaşkınlık ve hayret içindedir. Arkadaşından müsaade ister, Ankara’ya döner.
SON PİŞMANLIK FAYDA EDER ! Akşemseddin Hacı Bayram Hazretlerini tarlanın birinde orak tırpan çalışırken bulur. Büyük veli her zaman yaptığı gibi gariblere yardım etmekte, ameleler gibi çalışıp ter dökmektedir. Ancak bu kez başka görünür gözüne. Öylesine sevimli, öylesine heybetli ve hem öyle vakurdur ki…
Akşemseddin bin pişmandır, edeble boyun büker. Önce af edilir, sonra…
Sonra duymadığı ilimler, haller, sırlar, manevi mertebeler… Sanırım bunları biliyorsunuz. Peki Merzifonlu Abdürrahim ne yapar? İsterseniz biz oraya gelelim. Dervişimiz samimi ve isteklidir. Zor da olsa yoluna devam eder, Mısır’a ulaşır. Zeynüddîn Hafi Hazretleri’nin dergâhına varır. O yıllarda bizim insanımız mübâreğin yabancısı değildir. Bu menkıbeleri kulaktan kulağa aktarılan veli Anadolu’da çok sevilir. Hoş, o da Türk asıllıdır. Horasan’ın Haf beldesinde doğduğu için Hafî adıyla anılır. Zeynüdîn Hafi Hazretleri Merzifonlu gencin aşkına, sadâkatına, çalışkanlığına hayran olur. Onun terbiyesine özel bir ihtimam gösterir ve kendi manevi mâkâmına çıkarabilmek için çalışır. Onu hâller ve sırlar içinde görünce icazet verir ve hayırdualar ederek Anadoluya yollar.
Zeynüddin Hafi Hazretleri kimseye yapmadığını yapar bu gayretli talebesini şehrin çıkışına kadar uğurlar ve ardından hayran hayran bakarak “Bir ateş yaktık, diyar-ı Rum’a attık” diye mırıldanır.
AMA NE ATEŞ Gerçekten Anadolu’da bir meşale alevlenir. Abdürrahim Merzifoni’nin halkası yanık aşıklarla dolar. Merzifon’a sicim sicim feyz yağar. Murad Han bu gelişmeleri yakinen takip eder. Abdürrahim Merzifoni gibi bir gönül ehlinin küsurat gailelerle sıkıntı çekmesini istemez. Çelebi Mehmed Medresesini hizmetine açar, dahası yevmiyesi 8 akçeden maaş verilmesini emreder. Hadiselere dünya gözüyle bakanlar ıslık çalar “Paraya bak be” derler. Ama o güler geçer. Zira onun yiyeceği bir kuru lokma, giyeceği bir kıl hırkadır. Bu maaşı talebeleri için kâbul eder ve son kuruşuna kadar onlara dağıtır.
TÖVBE RABBİM Abdürrahim Merzifoni Hazretleri benzeri az yetişen şairlerimizden biridir. Sade ama içli beyitler söyler. Zira o yıllarda Anadolu halkı şiirle öğrenmeye alışıktır. Bu Mevlânâ ve Yunus Emre’den (Rahmetullahi âleyh) kalan bir gelenektir. Zaman zaman “Tövbe yâ Rabbi! Hata yoluna gitdüklerime Bilüp de itdüklerime, bilmeyüp itdüklerime” der ve içli içli ağlar. Günü ilim ve fikirle, gecesi namaz ve zikirle geçen biri günahları için böyle yalvarırsa… Bizi Mevlâm kayıra.

Anadolu’nun üç şemsi (güneşi) vardır. Şems-i Tebrizi, Akşemseddin ve Kara Şems.
Sivas’ı aydınlatan güneş Şemseddin-i Sivasi Ahmed Şemseddin, Anadolu’da bilinen adıyla Şemseddin Sivasi aslen Zileli’dir. Babası Ebü’l Berekât Muhammed yanık bir tasavvuf yolcusudur. Oğlunu da olmak istediği gibi yetiştirir. Kur’an öğretir, hatmettirir. Hatta ufacıkken peşine takar taaa Amasya’daki şeyhinin yanına götürür. Yollar kar buz, hava bıçak gibi soğuktur. Şeyh Hıdır Hazretleri “Hay mübarek” der, “bu kış günü şuncağız masumu niye taşıdın?” Babası boynunu bükedursun, Ahmed heyecandan titreyen bir sesle “Ben ısrar ettim efendim” der, “Elinizi öpmeyi öyle çok istiyordum ki” Şeyh hazretleri ağlamaklı olur, ona ne dua eder bilemiyoruz ama elini öperken mânâ âleminden bir şeyler sızmaya başlar. Şemsedin-i Sivasi o günü unutamaz. “Neye kavuştuysam” der, “Hep o duanın bereketiyledir”.
HAKİKAT UĞRUNA Şemseddin Efendi Tokat’ta bir başka Şemseddin’den (Arakiyeci Şemseddin Hazretlerinden) ders alır. Gün gelir imparatorluğun en gözde medreselerinden Sahn-ı Seman’a müderris olur. Önü açıktır, nitekim bir gün Kazasker onun için düşündüğü mevkileri açıklamak için yanına çağırır. Sırasını beklerken bazı müderris ve kadıların mâkâm için çırpındıklarını ve lüzumsuz iltifatlarla küçüldüklerine şahid olur. Dünyası yıkılır, çok bozulur. Bir şey demeden dışarı çıkar. Fatih camiinde iki rekat namaz kılar ve ellerini açar. “Aman Ya Rabbi!” der, “Beni bunlardan kurtar, aşıklarının yoluna dahil eyle.”
Bu sevda katlana katlana artar. Hicaz’da, Zile’de, Tokat’ta hep Hakk aşıklarını arar. Bu Hasret Amasya’da son bulur, Zira Şeyh Muslihiddin’e kavuşur, artık İlahi aşk ile coşar. Huzurla geçen günlerin ardından bir rüya görür. Büyücek bir tepe üzerinde muazzam bir ağaç vardır. Elindeki Kur’an-ı Kerimi en yüksek dala asmak ister ama bir rüzgar, bir rüzgar, dallar çatırdar. O yükseldikçe fırtına artar ve zirveye vardığında ağaç devrilir. Şemseddin Efendi uyanır. Hatalı bir şey yaptığını sanır. Çok üzülür ve çok korkar. Ama Şeyh Muslihiddin bunu gülerek tabir eder. “A güzel oğlum, o ağaç benim” der, “yakında göçer giderim, ama sen sen ol, Mushaf-ı şerifi yukarılara asmaya bak.”
Dediği gibi de olur. Mübarek o günlerde vefat eder. Ahmed Şemseddin (kendi ifadesiyle) mumu sönmüş eve, suyu çekilmiş değirmene döner.
YETER Kİ SEN HALİS KAL Ahmed Şemseddin asla yılmaz, büyük bir ümitle yollara çıkar, kendine yeni bir mürşid arar. Bir ara Şeyh Mustafa Kırbasi’nin kapısını çalar. Mübârek ehil bir hocadır ama yaşı yüzü aşmıştır. Nitekim “Evlâdım iyi güzel söylüyorsun da” der, “bu işe yıllar gerek, seni yetiştirecek kadar vaktim olduğunu sanmıyorum” Ahmed Şemseddin oracığa çöker ve katıla katıla ağlamaya başlar. Büyük veli şefkatle omuzunu okşar. “Yeter ki sen böyle hâlis ve sâdık kal” der, “Gör bak, Allahü teâlâ karşına kimleri çıkaracak.” – Onu nasıl bileceğim? – Merâk etme, o seni bulur.
Ve öyle de olur. Abdülmecid Şirvani gibi bir zirve taa Hazar kıyılarından kalkar ayağına gelir. “Ey Kara Şems” der, “Bu nasıl aşk ki Allah’ın emri ve Resulullahın işaretiyle peşine düştüm. Memleketimi, ailemi, talebelerimi neyim varsa hepsini bıraktım ve seni irşadla vazifelendirildim.” Ahmed Şemseddin bir anda öyle bir İlahi aşka gark olur ki gayrisi gözüne görünmez. Abdülmecid Şirvani Hazretleri mânâlı mânâlı güler “Yalnız” der, “sen herkesin hürmet ettiği bir âlimsin. Halbuki bu yol zillet ve meşakkatlarla doludur, tahammül edebilir misin?” Ahmed Şemseddin nefis bir beyitle karşılık verir: “Cânlar fedâ muhabbet-i cânâna ser değil Eshâb-ı aşka terk-i ser etmek hüner değil!”
Hocası altında kalmaz: “Yâr’a yol iki kâdemdir. Birisi câna bas
Çünkü bu meydana geldin, merd isen merdane bas!” Ahmed Şemseddin Hocasını mahçup etmez. Nefsiyle mücadele eder, sıkıntılara katlanır, çok çalışır ve yetişir, hemde bu yolun sevdalılarını yetiştirecek kadar yetişir. Hakk aşıklarına yol göstermek için vazifelendirilir. Tam dergâhımı nereye açsam diye düşünürken Sivas Valisi Hasan Paşa yaptırdığı külliyeyi ona tahsis eder. Mübârek Sivas’la ve Sivaslı’yla öyle bir kaynaşır ki adı Sivasi’ye çıkar. Şemseddin Sivasi, diyar diyar dolaşmasına rağmen, 17’si manzum olmak üzere 36 kitap yazar, ki her biri bir ömre bedeldir. Sadece eserlerinin adını alt alta yazsak bu sayfa biter. Ama çiçekleri dillendirdiği Gülşenâbâd’tan bir parça olsun aktarmak isterim.
Hikmetli sözler İğne ile dağ devirmek, kalpten kibri atmaktan kolaydır. Ebû Hâşim Sofî (Rahmetullahi âleyh)
Gül Şeyh’ten Nasihatler Çiğdem zamanında büyük lütuflara kavuşur, sonra gurbete düşer ve hasretle kavrulur. Hoş benzi bu yüzden sarıdır. Gözü yaşlı, gönlü gamlıdır. Büyük çileler çektiği kesret aleminde derdine çare bulamaz. Gülşenabad’a gelir, Gülşeyh’in eteğine yüz sürer. Hoş dağınık saçları ve gök renkli elbisesi ile sünbül de aynı dertten mustariptir. Bükük boyunlu menekşe ona kezâ. O gün çiçekler tevhid halkasında toplanırlar. Öylesine coşup huruşa gelirler ki, cezbe rüzgarı ağaçları sallar. Çiçek dervişlerden kimisi yakasını yırtar, kimi destarını atar. Kimi secdeye kapanır, kimi döner gökler gibi. Derken cemiyeti bir sükunet sarar. Şeyhin hasreti gönüller yakar. Gülşeyh müridlerinin sessiz figanlarını duyar. Gülşen camisinin dal minberine çıkar. Ağzını bile açmaz ama kokusuyla hikmet incileri saçar. Öyle ya onun sustuğundan anlamayan konuştuğundan ne anlar? Lisan-ı haliyle der ki: “Her günün gecesi, her baharın hâzanı vardır. Bu dünya yalancı bir gölgedir ki, iş aslı aramaktır.” Şair merakını yenemez, ona kokusunun kaynağını sorar. Gül dalı gösterir, dal gövdeyi, gövde kökü, kök toprağı, toprak yağmuru, yağmur bulutu, bulut havayı.. Hava “Bu koku, yokluk âleminden geldi” der, “Eğer yok olursan (fenafillaha varırsan) bu kokuyu her tarafta duyarsın.” Şair sorar “İyi ama nasıl?” Hava yol gösterir: “Senin müşkülünü ancak Gülşeyh çözebilir!” Şair geri döner ve hakikatleri gülden öğrenir. “Gül ile gül olup hârı bıraktım / Kâmusın ateş-i vahdetde yaktım.” Peki bu manzum eserde sırların kapısını aralayan “Gülşeyh” Şemseddin Sivasi’nin kendisi midir?
Kimbilir?

Yıl 1595’dir, 3. Mehmed tahta çıkar. Omuzlarına öyle bir yük çöreklenir ki uykuları kaçar. Gaileler altında ezilmek üzeredir. Kanuni’nin ölümünden bu yana 30 yıl geçmiş, tatlı rüyalar bitmiştir.
İHTİYAR MÜCAHİD “Şemseddin Sivasi “ Şemseddin Sivasi Hazretleri yaşım 80 oldu demez atlanır pusatlanır sefere çıkar.
Yıl 1595’dir, 3. Mehmed tahta çıkar. Omuzlarına öyle bir yük çöreklenir ki uykuları kaçar. Gaileler altında ezilmek üzeredir.
Kanuni’nin ölümünden bu yana 30 yıl geçmiş, tatlı rüyalar bitmiştir. O günden bu yana hiçbir padişah sefere çıkmamıştır. Avrupa içten içe kaynamaktadır. Avusturyalılarla, Almanların ayak sesleri Asitaneyi sarar. Nitekim bu gümbür gümbür ilerleyen güç Estergon’u alır. Anadolu halkı yıllardan sonra ilk kez matem tutar. Dahası Eflâk ve Boğdan’da nüzgârlar ters esmeye başlar. Kili, Akkerman, Silistre, Rusçuk ve İbrail elden çıkmak üzeredir. Ancak padişahın etrafını saran saray efendileri “Siz gönlünüzü hoşça tutun, düzelir” den başka söz bilmezler. İçlerinden bir yiğit çıkar. “Hoca Sâdeddîn!” Mübârek lâfı dolandırmadan konuşur ve Padişahı sefere çıkmaya çağırır. Böylesi açık bir çağrıya “Hayır” demek zordur, nitekim sefer kararı alınır. İşte tam o günlerde Şemseddin-i Sivasi (80 yaşında olmasına rağmen) atlanır, pusatlanır taaa Sivas’tan yola çıkar, ordugâha gelir. Asker bu ihtiyar gönüllüden çok etkilenir. Onun cihad ve şehadet üzerine anlattıklarını içercesine dinler, kendilerinden geçerler. Hoca Sâdeddîn bu sohbetlere bizzat padişahın ihtiyacı olduğunu bilir. Nitekim Şemseddin Sivasi Hazretlerini huzura çıkarır. Kara Şems genç padişahın gamını kasavetini dağıtır. Gönlüne serin sular serper. Altını çize çize zaferi müjdeler ki Sultan Mehmed ilk kez sefere bu kadar istekli olduğunu hisseder.
ZOR GÜNLER Avrupalılar yıllardır aldıkları mağlubiyetlerin acısını çıkarmak ister, Arşidük Maksimilian’ın emrine girerler. İspanyollar, Lehler, Çekler, Slovaklar, İtalyanlar, Flemenkler kafile kafile akar Avusturyalı komutanın yanında toplanırlar. Bir anda sayıları 300 bini (bir başka rivayete göre 700 bini) bulur ki karşılarında durmak hakikaten çok güçtür. Osmanlı ordusu ağır aksak Avrupa içlerine ilerler. Buna rağmen Eğri’yi zorlanmadan feth ederler. Ancak aylarını at üstünde geçiren padişahın ayakta duracak tâkadı kalmaz. Zaten bünyesi zayıfdır ve mum gibi eriyip solar. Vezirler gelir gider “Sultanım siz İstanbul’a dönün” derler. Nitekim divan toplanır ve padişahın İstanbul’a yollanmasına karar alırlar. Ancak Hoca Sâdeddîn yüksek sesle itiraz eder. “Artık yılanın kuyruğuna basıldı” der, “başını ezmeden geri dönemezsiniz! Kur’ân-ı Kerim’de mealen: ‘Düşmanlarınız aman dileyip silahlarını terk edinceye kadar onlarla savaşınız. Hasmınıza sırtınızı çevirmeyiniz!’ denmiyor mu? Bir Osmanlı sultanının seferden döndüğü nerede görülmüştür. Yarın Allah’ın huzuruna nasıl çıkacaksınız. Zaten siz onların üstüne gitmezseniz onlar sizin üstünüze gelecekler. Bu kavga kaçınılmazdır!” Padişah kalır ama vezirler başlarına buyruk hareket ederler. Mesela Sadrazam Paşa 10 bin kişilik bir orduyu Câfer Bey’in emrine verir misli misli güçlü düşmanın üstüne salar. Câfer Bey, verilen emre “Niye?” demiyecek kadar disiplinli bir askerdir ve ölüme yürüdüğünü iyi bilir. “Eğer Devleti Ali Osmani’nin işi düzelecekse bin tane Câfer fedâ olsun” der. Ve öyle de olur. Binlerce Câfer fedâ olur.
VELİLERİN BİLDİĞİ Sesini çıkarmamak için dişlerini sıkan Hoca Sâdeddîn tekrar parlar. “Hayır sultanım” der, “Bu iş büyük işdir. Şu paşayla, bu paşayla bitmez. Bizzat komutayı ele alacak ve askerin başında cenge gireceksiniz!” Padişah komutayı ele alır ama karşısındaki muhteşem kuvvetleri görünce endişeye kapılır. Zafere olan inancı iyiden iyiye zedelenir. Nitekim muharebe tatsız başlar. Rakiplerimiz önce uzun menzilli toplarla düzenimizi bozar sonra tüfeklerle ön safları kırarlar. Daha bu şoku atlatamadan zırhlara bürünmüş onbinler merkeze yüklenir. Sanki gök renkli çelikler bağrımıza akar, Gözü kara şövalyeler padişahın bulunduğu kısmı kuşatırlar. 3. Mehmed otağına sığınır. Bu arada ağırlıklarımız düşmanın eline geçer. Cephane ve hazine sandıkları yağmalanır. Ordumuz bozulur ve firar başlar. Sultan perişandır. Şemseddin Sivasi Hazretlerine dönerek “Hani” der, “hani müjdelediğin zafer?” Mübarek son derece rahattır “Siz gönlünüzü hoşça tutun sultanım” der, “Allah (Celle celalüh) dostlarını yalnız bırakmaz.” Çok geçmez, yeşil sarıklı bir yiğit ortaya çıkar. Aşçı, yamak, seyis, deveci ve katırcıları yanında toplar. Hademe takımı balta, odun, kepçe, nacak düşmana yumulurlar. Bozulup kaçanlar geriden gelenlerle çarpışırlar. Haçlı saflarında tarifsiz bir panik başlar. İşte taa başından beri fırsat bekleyen Çağalazade süvarileri ile tepelerden akar ve noktayı koyar. Kırım atlıları Fetih Giray komutasında destan yazarlar. Haçlıların büyük bir kısmını bataklıklara sürer telef ederler, kalanlar ya kılıçtan geçirilir ya da esir olurlar. Osmanlılar binlerle düka altını ganimet alırlar. Alman topraklarının % 95’i ele geçer. Hıristiyan dünyası uzun süre toparlanamaz. Rumeli’deki hazin sonumuz en az 200 yıl ertelenir. Tarihçi Hammer’e göre Haçova öylesine parlak bir zaferdir ki Mohaç ve Çaldıran bile yanına yaklaşamaz.
SIR NEREDE? Dönelim hikayemize: Bir anda adı “Eğri Fatihi”ne çıkan 3. Mehmed çok sevinçlidir. Şemseddin Sivasi Hazretleri’ne edeble yaklaşır ve sorar: “Taa başından beri bir bildiğiniz vardı, nedir bu işin sırrı” -Ortalıkta sır falan yok, bilinen bir hakikat var. Eğer askerine ve silahına güvenirsen işin onlara kalır. Halbuki Allah’a sığınanlar asla mağlup olmazlar. -Peki şimdi ne yapsam gerek?
-Deden Fatih’in yaptığını. -Yani? -Şimdi ferahlık zamanıdır, memleketi kubbelerle donat. Mescidler ve medreseler aç. Devlet kademelerine samimi insanları getir. Askerini mükâfatlandır ve fukaraya ihsanda bulun.
Padişah, Şemseddin Sivasi Hazretlerinin yanında iken kendini güçlü ve zinde hisseder. Hiç kimseye yapmadığını yapar, İstanbul’da kalması için adeta yalvarır ona. Ama Kara Şems ne Sivas’tan kopabilir ne de Sivaslı’dan. Belki de toprağı çeker. Sevenlerinin yanına döner ve orada vefat eder.

Yazıcızâde Ahmed ve Muhammed öylesine çile çekerler ki neredeyse bican (cansız) kalırlar.
Gelibolu’nun gülleri
Hikayemiz Bağdat civarlarında geçer. O gün hava iç bayıltacak kadar sıcaktır. Gök kirli sarı, zemin çatlak çatlaktır. Derviş meşreb bir genç Dicleden ayrılan ve yine Dicleye akan bir su arkının başında mola verir. Belki abdeste niyetlenir. Tam o sıra suyun pembe beyaz bir elmayı kendine doğru getirdiğini görür. Gayri ihtiyari uzanıp yakalar. Elma serin suda döne döne gevremiş kütür kütür bir şey olmuştur. Bu davetkâr meyveye dayanamaz, dişleyiverir. Tam boğazına nefis bir rayiha yayılmıştır ki “Aman Allahım” der, “ben n’aptım!” Heybesini omuzuna atttığı gibi kalkar, su arkını takip ede ede ilerler. Nitekim karşısına bir bahçe çıkar ki dallarda ısırdığı elmalardan vardır. Sorar soruşturur, sahibini bulur. Boynunu bükerek “Ben bir hata işledim efendim” der, “Elmalarınızdan yedim. N’olur hakkınızı helâl edin” Adam bir mustarip gence, bir ucu ısırılmış elmaya bakar. Bir müddet gözlerini kısar, sakalını sıvazlar. Sonra aklına ne gelir bilinmez, kaşlarını kaldırır. “Dur bakalım” der, “Bir yere gidemezsin!” Genç ağlamaklıdır: – Ama benim Bağdat’a varmam gerek. – Bağdat orada, kaçmıyor ya. – Medreseye gitmeliyim. – Onları elmayı ısırmadan düşünseydin. – Peki ne yapmamı istiyorsunuz? – Bahçeyi gördün. Zaten adama ihtiyacım var. Eğer elmaları toplamama yardım edersen bir şeyler düşünürüz. Delikanlı “Pekâlâ” der. Günlerce elma toplar, küfelerle taşıyıp ambara yığar. Dallarda bir tek elma bile kalmayınca. Bahçe sahibinin karşısına çıkar. “Müsaade etsenizde ben gitsem” der. Adam hoş sohbettir, babacandır lâkin söz gitmekten açılınca birden aksileşir. “Bahçeyi kotardık ama tarlalar duruyor” der, “Onları kim sürecek?” Delikanlı hiçbir şey demeden saban başına geçer. Bitap kalasıya tarla sürer. İşini bitirir bitirmez “Bakın tarlalarınızı da sürdüm” der, “Haydi hakkınızı helâl edin de gideyim”.
- Tarlaları sürdün ama ürünü kaldırmadın ki. Ben bu saatten sonra hasat filan yapamam. – Ama hasata daha aylar var. – Olsun, bu arada hayvanlara bakarsın, n’olcak. Uzatmıyalım adam on gram elma için delikanlının bir yılına ipotek koyar. Taş taşıtır, kerpiç kardırır, çatıyı aktartır, kümes çaktırır, çit boyatır, dalları budatır. Gün gelir yapılacak iş kalmaz. Adam “Şimdi sana hakkımı helâl edebilirim” der, “Ama son bir şartım var.” – Söyleyin yapayım. – Benim kör, topal bir kızım var. Onu almayı ve hayatın boyunca bakmayı kabul edersen anlaşabiliriz. – Kabul ediyorum. – Duymadın herhalde. Kör ve topal diyorum. – Tamam. Adam hemen bir hocaefendi iki şahit bulur, nikahı kıyarlar. Delikanlı kayınbabasının elini öper. Nedendir bilinmez yaşlı adam ilk kez gözyaşlarını saklayamaz. Delikanlı müstakbel hanımının bulunduğu odaya girince gördüğüne inanamaz. Karşısında dünyalar güzeli bir kız durmaktadır. “Bir yanlışlık olmalı” deyip dışarı çıkar. Kayınbabası ile karşılaşırlar. Adam “Dön geri” der, “Senin hanımın odur. Kör diyorsam harama bakmaz, topal diyorsam harama basmaz. Ben yıllardır ‘Ona, onun gibi bir efendi nasip eyle’ diye dua ediyorum. Yüce Rabbim kısmetimizi ayağımıza gönderdi. Biliyor musun, seni gördüğüm gün kararımı vermişdim. Tahsiline gelince hiç merak etme Bağdat’ın âlimleri beni iyi tanır, hatırımı kırmazlar. Aradan yıllar geçer. Bu temiz ailenin nur topu gibi bir oğulları olur. Küçük çocuk emeklerken heceler, yürürken okur. 4 yaşına geldiğinde hatim eder. Annesi bir gün ağzından kaçırır. “Aslında bu yaşa da kalmazdı ama” der, “Ah o senin boğazından geçen elma olmasa.” İşte bu çocuk Kûfe alimlerine reis olur. Adına
“İmam-ı âzam” derler.
GELELİM GELİBOLU’YA Söz temiz gıdadan açılmışken Yazıcızade kardeşlerden bahsetmeliyim size. Ahmed-i Bican Hazretleri bir gün Gelibolu Ulucami’de vaaz ediyordur. O gün duyulmadık hikmetlerden söz açar, nurlu çatı altına sağanak sağanak feyz yağar. Cemeat öyle bir haz alırlarki, kıpırdamaktan korkarlar. Bir ara kapı önünde Muhammed Bican’ı farkeder. Ağabeyi cami içinde ne görür bilinmez mânâlı mânâlı güler ama içeri girmez. Akşam eve geldiğinde “Kardeşimin maşaallahı var anne” der, “bu gün bir vaaz etti sorma. Bilsen içeride olmayı ne kadar isterdim.” -İyi ya girseydin. -Melekler kanatlarını zemine sermişlerdi onları incitmekten çekindim. Annesi sevinsin diye hadiseyi Ahmed-i Bican’a anlatır. Mübârek sevinmek bir yana tutulur kalır. “Neden anne?” der, “Neden ben melekleri göremiyorum?” Annesi “Bu senin suçun değil oğlum” der, “ben ne sana, ne de ağabeyine abdestsiz süt vermedim. Ancak bir gün namaz kılıyordum ağladın. Komşularımızdan biri tuttu seni emzirdi. Korkarım abdesti yoktu.” Ahmed ve Muhammed Bican kardeşler, adı Salih kendi Salih bir yazıcının oğullarıdırlar. Salih Efendi bu nur parçalarına gözü gibi bakar, onları Gelibolu’nun en gözde alimlerinde okutur. İkisi de zahiri ilimlerde mütehassıs olurlar. Ancak onlar dahasını isterler. Şimdi hallere sırlara erişseler gerektir. Bunun tek yolu vardır Ledün ilmine vakıf bir mürşid bulmak. Samimi bir şekilde boyun büker, Allah’ı (Celle Celalüh) vekil edinirler. İşte tam o günlerde Hacı Bayram Veli, Edirne’den Ankara’ya dönmektedir. Ancak hayvanlar ikide bir yön değiştirir, güneye doğru kayarlar. Hacı Bayram Hazretleri “Bunda da bir hayır olmalı” der, onları kendi haline bırakır. Atlar tarif edilmiş gibi Gelibolu’ya girer, Ulucami önünde nefeslenirler. İki kardeş büyük veliyi ağırlar, “Himmet şeyhim” diye yalvarırlar. Hacı Bayram insan sarrafıdır, bu iki pırlantayı gözlerinden tanır. Hoş onlar gönül gözüyle bakar ve elinden tuttuklarını asla bırakmazlar. Büyük veli işini gücünü terkeder, kıymetli vakitlerini onlara ayırır. Bu iki sevdalı derslerine sadıktırlar. Bayramiye yolunun vazifeleri öyle her yiğidin harcı değildir. Ama iki kardeş sürekli oruç tutar, yemeyi içmeyi unuturlar. Günlerce halvete girer, çile çıkarırlar. O kadar bitap kalırlar ki bican (cansız) olurlar. Eh aradıklarını bulur, özlediklerine kavuşurlar. Hacıbayram Hazretleri yine Ankara’ya döner, ama ardında iki güzide veli bırakarak. Söz onlardan açıldığında “Böyle talip görmedim” buyururlar “Onların yağı, fitili, kandili hazırmış, bize alev değdirmek kaldı”. İki kardeş bir çok talebe yetiştirir, sonraki nesillere nefis eserler bırakırlar. Özellikle Envâr-ül âşıkîn çok okunur, elden ele aktarılır. Hoş hâlâ öyledir ya…

Bir ara jandarmalar G.Antep-K.Maraş yolu üzerinde çevirme yapar, kimliklere bakarlar. İstanbullu bir askerin dikkatini çeker.
Gaziantep doruklarını nurlandıran sahabe… Hazret-i Ukâşe Bir ara jandarmalar G.Antep-K.Maraş yolu üzerinde çevirme yapar, kimliklere bakarlar. İstanbullu bir askerin dikkatini çeker. Şoförün adı Ökkeş, önde oturan Ökkeş, yanındaki Ökkeş, arkasındaki Ökkeş… Otobüste ne kadar erkek varsa adları Ökkeş. Muavin matrak bir delikanlıdır. İşi biten askere takılır. “Ne o ağabey benim kafa kâğıdıma bakmıyacak mısın?” Asker elini boşversene gibilerden sallar “Ne gereği var” der, “Adın Ökkeş değil mi?” – Değil abi. – Ya ne?
- Hacı Ökkeş! Bu hadise doğru mudur bilemiyorum ama doğru olan bir şey var ki yörenin insanı Hazret-i Ukâşe’yi çok sever ve onun adını çocuklarına vermekten mutluluk duyarlar. Zira bu toprakların onun gayretleri ile İslâmlaştığına inanırlar. Hazret-i Ukâşe yüzünden samimiyet okunan sevimli bir mümindir. Öyle kalıplı da değildir ama tam bir cengaverdir. Çok ters ve sert dövüşür. En ünlü silahşörler bile ona dikiş tutturamazlar. Elindeki kılıcı paralayacak kadar güçlü darbeler vurur, kalkanları yırtar. Nitekim Bedir’de de kılıcını kırar, Efendimiz ona kılıç yetiştiremez, eline bir hurma dalı tutuştururlar. Allahın hikmeti o dal ile nice namdar muharipleri biçer. Onun katıldığı küçücük seriyyeler bile büyük işler başarır. Nitekim katıldığı seriyyelerden biriyle Tüleyha adlı bir fitnecinin adamlarını dağıtır. Onu ancak pusuya düşürerek şehid ederler. Harp meydanlarında sayısız cesed gören Halid bin Velid onun nurlu naaşına dayanamaz. Hatta bu gözükara mücahid Tüleyha’ya bile tesir eder, İslâm’a döner. Bir gün Hazret-i Ömer ona sorar. Senin Ukâşe’yi öldürdüğünü söylüyorlar doğru mu? – Evet o benim sayemde seadete erdi, ben onun yüzünden asi oldum. Allah beni affeylesin.
İBRETLİ KISAS Neyse, gelelim menkıbemize. Efendimiz (Sallallahü âleyhi ve sellem) dar-u bekâya irtihallerinden bir kaç gün önce bütün Medinelilerin toplanmasını isterler. Bir öğle vakti müminler Mescid-i Nebi’ye gelirler. Server-i âlem namazı müteakip dokunaklı bir hutbe okurlar. Sahabeler üsluptan ayrılık kokusu alır ve göz yaşlarına boğulurlar. Nitekim Resulullah ayağa kalkar ve “Ey müminler” buyururlar, “Kimin bende hakkı varsa gelsin alsın!” Ortalıkta derin bir sessizlik olur. Avluya bir yaprak düşer, taa ötelerden şirin bir meleme sesi gelir. Efendimiz tekrar ederler: “Kimin bende hakkı varsa gelsin alsın!” Sükûnet daha da derinleşir. Şimdi uzaklardan bile ses gelmez. Resulullah üçüncü kez tekrar edince Ukâşe (radıyallahü anh) ayağa kalkar. Söze “Anam babam sana fedâ olsun Ya Resulallah” diye girer, “Tebük seferinde birlikteydik. Ben bir ara devenizin yanına sokuldum. Maksadım mübarek bedeninizi öpmekti. Ama siz kamçıyla sırtıma vurdunuz.” Resulullah efendimiz “Ya Ukâşe! Allahü teâlâ seni resulünün vurmasından muhafaza eylesin” buyururlar ki vurmadıklarından emindirler. (Belki devesinin altında kalmasın diye kamçılarının sapıyla dokunup, ikaz etmiş olabilirler) Buna rağmen “Ya Bilâl Fatıma’nın evine git o kamçıyı bana getir!” buyururlar. Hazret-i Bilâl mescidden çıkar. Teessüründen başını ellerinin arasına alır, “Ben n’apıyorum” der, “Resulullah Efendimizin mübârek vücudlarına inecek bir kamçıyı nasıl taşırım.” Ama emir emirdir. Eve gider ve kamçıyı ister. Hazret-i Fatıma akıllara durgunluk verecek kadar zekidir. Eliyle çenesini tutar, mübarek gözlerini kısar. “Şimdi ne hac, ne de gaza zamanıdır” der, “Kamçı başka ne işe yarar?” Hemen Hazret-i Hasan ve Hüseyn’i mescide gönderir. “Korkarım dedenize kısas yapılacak” der, “koşun onun yerine sizi kırbaçlasınlar!” Hoş sıra onlara gelesiye buna talip binler vardır. Başta Hazret-i Ebubekir, Ömer ve Ali (radıyallahü anh) olmak üzere bütün sahabeler ortaya çıkar o darbenin kendilerine vurulması için yalvarırlar. Yüzü suyu hürmetine âlemlerin yaratıldığı Server onları yerlerine oturturlar. Ukâşe ile aralarına kimseyi almazlar. Nitekim Efendimiz kırbacı uzatıp “Ya Ukâşe gel vur!” buyururlar. Ukâşe itiraz eder. “Ama Efendim” der, “Siz bana vurduğunuzda sırtım çıplaktı” Efendimiz mübarek sırtlarını açarlar. Ukâşe (radıyallahü anh) görülmedik bir çeviklikle mühr-i nübüvveti öper ve “Anam babam sana feda olsun Ya Resulullah” der, “Size vurmak ne mümkün, hem kimin haddine?” Efendimiz “Hayır” buyururlar “Ya vur, ya hakkını helâl et!” Ukâşe katıla katıla ağlamaya başlar “Ben affettim gitti” der, “acaba Allahü teâlâ da beni affeder mi?”
Efendimiz çok hislenirler. “Kim benim cennetteki arkadaşımı görmek isterse bu pir-i faniye baksın” buyururlar. Nasıl? Güzel müjde değil mi? Belki çocuklarına Ukâşe adını koyanlara da hisse var.

Yorum Gönder

1 Yorumlar

  1. Paylaşımlarınız ve makalelerinizi blog kullacısı olarak çok beğendik Helikopter ambulans şirketi olarak paylaşımlarınızın devamını diler teşekkür ederiz...

    YanıtlaSil

Recent, Random or Label