İnsan modern dünyanın bilgisi, karanlığı içinde kaybolmuş, hakikatin ilk ışığını aramaktadır.
“Biz ziyadesiyle uyumumuzun olduğu bir unsur olarak hayata atılmışızdır; sonra da binlerce yıldır uyum sağlamakla bu hayata öyle benzemişizdir ki, eğer ses çıkarmazsak, mutlu benzerliğimizle, bizi çevremizde olanlardan kesinlikle ayırt edemezler. Dünyamıza karşı güvensizlik göstermeye hakkımız yok, çünkü dünyamız bize karşı değildir.” – Rilke, Charles GuignonTabula Rasa Yaşadığımız modern çağın yansısı olarak modernizm ile zihni doldurmanın, bilgiyi yüceltmenin erdemli bir şey olduğunu doğru kabul ettik. Russell’ın dediği gibi bilgi iktidar demekti, bu iktidarın sahibi olmak için de rekabet ve görüngüler evreninde bilgili olma erdemi yüceltildi. Bu sonsuz bilgi eklemlenmesinin geldiği yer bilmemenin doğal erdemine, saflığına, ilk olma haline ulaşmaya çalışmak. Çocuk zihninin şaşkın ve meraklı, tanımlamayan, kategorize etmeyen, yargılamayan bilinç yapısına tam olarak mümkün olmasa da anlamaya ve ulaşmaya bir yol yöntem bulmaya çalışmak. Locke, “zihin boş bir levha” dır, diyor insan doğduğunda. Antik Yunan’da “matematik bilmeyen bu kapıdan giremez” gibi bir önerme de şimdi zihni “zihin boş bir levhadır” haline getirmek edimi oldu. Locke’a göre insan doğduğunda boş bir zihin ile doğuyor, deneyim ve yaşantı ile o zihni dolduruyor sonra. Somut olan daha önemli ise ve doğuştan saf-boş bir zihinle bu dünyaya bırakıldığımızı düşünüyorsak tüm yaşantımızı kendimiz kendi deneyimlerimizce tanımlıyor olmamız muteber gibi görünüyor. Mağara Metaforu ve İdea Platon ise doğduğumuzda bazı özsel bilgilerle doğuyoruz diyor. Tanrı’dan yaratıcı tarafından dünyayı anlamamızı sağlayan bir form ile doğuyoruz. Bunu bir mağara metaforu ile ifade ediyor. İnsanlar mağarada gölgelerini görmekte gerçekte ışığı fark etmemektedir, ışık dediği Tanrısal olan, içimizde saklı olan araştırma ile bulabileceğimiz özsel bilgidir. Platonca bir yoldan gidelim: Mağara evrendir, varoluşun anlam dünyasıdır, özdür, karanlıktır, Gaia’dır, doğurgan olan, dişil olandır. Gölge kavramlardır, zihindir, oluşturulmuş olandır ve kaybolacak olandır, yanılsamadır, ışığın oyunudur hakikati perdeleyen sözcüklerdir, aynı zamanda hakikatin anahtarı olan anlamlardır, sözcüklerdir dağılıp gidecek olan, varoluştur daima yeni gölgelerle biçimlenen. Işık ise özdür, varlıktır, varoluşa daima yol gösteren özselliğin ta kendisidir, insan ancak özsel olana doğru çekilir, o da hakikattir. Gaia ve Hakikatin Işığı İnsan modern dünyanın bilgisi, karanlığı içinde kaybolmuş, hakikatın ilk ışığını aramaktadır. Bilgi yığınından kurtulmak varoluşundaki saf ışıkla karşılaşmak istiyordur. Akıl parçalar, dağıtır, formülleştirir, şematize eder. Akıl yol gösteremez böyle bir yolculukta, olsa olsa yeni önermeler sunar, yeni önermeler yeni engellerdir. Akıl gerçekliğin yollarını sunar, algılanabilir olanı, hakikatın yollarını sunamaz. Gerçeklik Tabula Rasa’ya işlenir, çoğalır, birikir, değişir, yol alır, ilerler. Hakikat ise döngüseldir, özseldir, mağaradan geçmek zorundasın ışığı görmen için, gerçekliğin mağarasından kurtulman gerekiyordur. Yeni bir bilgi sunmaz sana, Gaia’dan gelir, özsel olandan, hatırladığın bir şeydir, sonsuzluktan gelir, sonsuzluğa gider, zaman- mekan ötesidir, formu yoktur, hislerinle, kalbinle, sezginle, belki de aracısız bulur seni, aramazken bulur, zaten sendedir, bir yere gitmemiştir, saftır. [caption id="attachment_1305" align="aligncenter" width="550"]

Bert Hellinger’in Sevginin Kökleri kitabından bir öykü
“Kişi ailesi, ülkesi, kültürü içinde doğar ve daha çocukken doğduğu bu yerlerde bir zamanlar örnek alınan, öğretmen, usta bilinen kişinin kim olduğunu dinler, bu kişi gibi olmak için derin bir özlem duyar. Kendisi gibi düşünenlere katılır… Ama bir şeyler, der kendi kendine eksik hala. Böylece uzun bir yola koyulur. En uzak yalnızlıkta belki de geriye kalmış son sınırı da aşmak için. Çoktan terkedilmiş eski bahçelerin önünden geçer. Yalnızca yabani güller yetişmektedir buralarda… Buradan sonra da çöl başlar… Etrafına baktığında iki yabancının geldiğini görür. Kendisinin yaptığını yapmıştır onlar da… Birlikte eğilir, aynı sudan içer, hedeflerine neredeyse ulaştıklarına inanırlar. Sonra isimlerini söylerler birbirlerine: “Benim adım Gautama Buda” “Benim adım İsa Peygamber” “Benim adım Hz.Muhammed” Derken gece çöker. Başlarının üzerinde ezelden beri olduğu gibi yıldızlar ışır, sonsuz uzaklıkta ve dingin. Aralarından biri hayatının başlangıcını hisseder. Sanki ona güçsüzlüğü ve gelip geçiciliği anlatır bu durum. Ertesi gün döner ve çölden kurtulur. Yolu bir kez daha terkedilmiş bahçelerden geçer. Kendisine ait bahçenin önünde durur, yaşlı bir adam sorar: “ Senin gibi uzaklardan gelen biri nemli toprağı sever” der. Topraktan çıkan her şeyin doğduğu gibi öldüğünü de bilir, öldüğünde de beslediğini. “Evet” diye yanıtlar diğeri “ Toprağın yasasına katılıyorum” ve toprağı ekmeye başlar.
0 Yorumlar