Türk Hümanizmi ve Anadolu Erenleri


İçerisinde büyük Türk düşünürü Hacı Bektaş-ı Veli’nin de bulunduğu Horasan erenleri, Anadolu’da yaşayan Hıristiyan gruplarla, göçle gelmiş Türkmen grupları, eğitim ve imar faaliyetleriyle aynı kültür potasında yoğurmuş, Anadolu’nun kültürel bütünlüğünün oluşmasında ve merkezi otoritenin oluşumunda hayati bir rol oynamamışlardır. Göç yoluyla Anadolu’ya gelen bir kısım derviş dağ başlarına, kimsenin olmadığı yol kavşaklarına yerleşmiş, burada zaviyeler açmış, boş topraklar üzerine kurdukları bu kurumlar zamanla kültür, imar ve din merkezleri haline gelmiştir. Böylece dini cemaatler her tarafa yayılmış; ahlak, edep, davranış, inanış kuralları standartlaşmış, bilgi ve bilim devrin olanakları içerisinde bu merkezlerde üretilmiş ve yayılmıştır. Bu dervişlerin köylere yerleşerek toprak işletmeleri ve eğitim ile meşgul olmaları yöneticiler tarafından da desteklenmiş, dervişlere birtakım ayrıcalıklar verilmiştir. Sonuç olarak Anadolu’nun en ücra köşelerinde dahi zaviyeler açılmış ve verilen eğitim sayesinde ortak bir kültürel doku oluşmaya başlamıştı. Bu amaçla Anadolu’ya gelmiş olan Horasan erenlerinden birisi de Hacı Bektaş-ı Velidir. Hacı Bektaş-ı Veli M.Ö.1248’de İran Horasan’ının Nişabur kentinde doğmuş ve çocukluğu, gençliği Horasan’da geçmiş, Hoca Ahmet Yesevi Ocağı’nda; felsefe, sosyal ve fen bilimleri öğrenmiş ve İran, Irak, Arabistan’ı gezip inceledikten sonra M.Ö. 1275/80 tarihinde Anadolu’ya gelip eski ismi Sulucakarahöyük olan bugünkü Hacıbektaş’a yerleşmiştir. Bu tarihte Anadolu, bir yandan Moğol istilası altında ezilirken bir yandan da büyük bir siyasi ve ekonomik buhran ile beraber taht kavgalarına sahne oluyordu. İşte böylesi bir ortamda Sulucakarahöyük’e yerleşen Hacı Bektaş-ı Veli burada felsefesini geliştirir ve öğrenci yetiştirmeye başlar. Hoşgörü ve insan sevgisine dayalı düşünce sistemi kısa bir sürede, Hıristiyanlığın büyük bir merkezi durumundaki Kapadokya’da geniş halk yığınlarına ulaşmış ve benimsenmiştir.

İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır,
Kadınları okutunuz,
Eline, beline, diline sahip ol!
Okunacak en büyük kitap insandır,
Doğruluk dost kapısıdır,
Mürşitlik, alıcılık değil vericiliktir,
Alem Adem,Adem de Alem içindedir,
İlim, hakikate giden yolları aydınlatan ışıktır,
İlimden gidilmeyen sonu karanlıktır,
Yolumuz, ilim, irfan ve insanlık sevgisi üzerine kurulmuştur,
Oturduğun yeri pak et, kazandığın parayı hak et,
Bir olalım, iri olalım, diri olalım,
İncinsen de incitme,
Nefsine ağır geleni kimseye tatbik etme,
Hiçbir milleti ve insanı ayıplamayınız,
Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu,
Ara bul,
İnsanın cemali sözünün güzelliğidir,
Düşmanınızın dahi insan olduğunu unutmayınız,
En büyük keramet çalışmaktır,
Erkek, dişi sorulmaz, muhabbetin dilinde.
Hak’ın yarattığı, herşey yerli yerinde.
Bizim nazarımızda, kadın erkek farkı yok.
Noksanlık, eksiklik senin görüşlerinde.
Onun felsefi düşüncesinin temelinde İnsanın varoluşu ve insan sevgisi vardır. Bu dünya görüşü, 1948 İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile aynı anlayışı yansıtmaktadır. Hacı Bektaş-ı Veli’nin düşünceleri kendisinden yaklaşık 600 yıl sonra 1923’te M. Kemal Atatürk tarafından gündeme getirilmiş ve laik, demokratik, insan haklarına saygılı bir cumhuriyet kurulmuştur. Aradan geçen bunca zamana karşın düşünceleri hala geçerliliğini korumakta ve insanlığın yolunu aydınlatmaya devam etmektedir.

Hararet nardadır, sacda değildir,
Keramet hırkada, taçda değildir,
Her ne arar isen kendinde ara
Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir.

“Din ayrılığı gereksiz. Dinler insanlar arasında anlaşmazlıklara neden oluyorlar. Aslında tüm dinler dünyada barış ve kardeşliği sağlamak içindir” diyen Hacı Bektaş-ı Veli bu görüşlerini Velayetname adlı eserinde ortaya koymaktadır. Hacı Bektaş-ı Velinin bu düşünce sisteminden yola çıkarak kurulan Bektaşiliğin öncelikli hedefi, temelini sevginin oluşturduğu “Evren-Tanrı-İnsan” birliğini kavramaktır. İnsan bir sevgi varlığıdır. İnsan tanrısal niteliklerle donatılmıştır. Başarının ilk aşaması kişinin kendisini tanıması ve sevmesidir; çünkü insan kendisinde tanrısal bir öz taşır ve kendini seven insan tanrıyı da sever. Bektaşilikteki tanrı sevgisinin en güzel ifadesi aşağıdaki şu dörtlükte en güzel şekilde ifade edilmektedir:

Şakirdleri taş yonarlar
Yonup üstada sunarlar
Calabın adın anarlar
O taşın her paresinde.

İnsan yaşadığı ortamda bağımsız bir varlıktır. Onun görevi alçak gönüllü davranmak, özünü arındırmak, olgunlaşmak, gösterişten uzak durmak ve tanrı sevgisiyle doldurmaktır. İnsani bedenler amaç için sadece birer araçtır. Bu nedenle insanları kadın-erkek diye ayırmak, ya da sosyal konumlarına ve ya ırklarına bakarak küçük görmek yapılabilecek en büyük yanlıştır. Kadın-erkek tüm insanlar eşittir. Hacı Bektaş-ı Veli’nin görüşleri günümüzde de varlığını devam ettirmekte ve her yıl 15-16-17 Ağustos tarihlerinde Nevşehir iline bağlı Hacıbektaş ilçesinde gerçekleştirilen törenlerle büyük bir coşku içerisinde kutlanmaktadır.

Yukarıda sözünü ettiğimiz Anadolu’nun kültür birliğine ulaşmasında etkili olan kurumlardan birisi de Ahiliktir. Anadolu’ya Yesevi dervişleri ile birlikte gelen Ahiler, meslek sahibi olmaları nedeniyle kırsal alanlardan çok kentsel alanlara yerleştiler. Ahilik, bir meslek örgütü olmasının yanı sıra, giriş-davranış töreleri ve sırları olan Batıni bir kuruluştur. Anadolu Ahilerinin örgütlü bir güç haline gelmelerini, yine Hacı Bektaş-ı Veli gibi Horasan Erenlerinden olan Ahi Evran Veli sağlamıştır. Ahi Evran’ın karısı Fatma Bacı Kadın Ana olarak tanınmış ve dünyanın ilk kadın örgütü olan “Bacıyan-ı Rum” teşkilatını kurmuştur. Ahi Evran’ın şeyhliği altında 13. Yüzyılda Ankara ve Kırşehir’de toplanan Ahiler kısa sürede Selçuklu şehirlerine yayıldılar. Osmanlı devletinin kuruluşunda Ahiler oldukça önemli bir rol oynamış ve bazı kaynaklara göre Osmanlının kurucusu Osman Gazi’yi, oğlu Orhan Gazi’yi ve 3. Sultan Birinci Murad’ı saflarına katmışlardı.

Ahilikte temel ilke, örgüte üye olanların mutlak eşitliğidir. Üyelerin hepsi birbirinin kardeşidir. Ancak, aşama bakımından küçükten büyüğe doğru sonsuz bir saygı vardır. Üyelik için kişinin, örgüt bünyesinden birisi tarafından önerilmesi gerekir. Küçültücü işlerle uğraşanlar, çevresinde olumsuz tanınanlar, örgüte kötü söz getirebileceği düşünülenler Ahi olamazlar. Örneğin insan öldürenler, hayvan öldürenler(kasaplar), hırsızlar, zina ettiği ispatlananlar örgüte katılamazlar. Örgüte giriş Bektaşilikte olduğu gibi özel bir törenle ile olur. Törende Ahi adayına Şed kuşanılır ve tüm insanlara karşı sevgi dolu, saygılı olması, doğruluktan ayrılmaması öğütlenir. Üyelerden kesin bağlılık ve örgüte karşı sonsuz itaat istenir. Dinsizler örgüte kesin olarak giremezler ancak sofuların da Ahiler arasında işi yoktur. Ahilikte de Bektaşilikte olduğu gibi bilgi edinme, sabır, ruhun arındırılması, sadakat, dostluk, hoşgörü gibi özelliklerin kazandırıldığı aşamalardan geçilir. Bu özelliklere sahip olmanın yanı sıra Ahiliğin önemli olan altı ilkesi şunlardır:

Elini açık tut,
Sofranı açık tut,
Kapını açık tut,
Gözünü bağlı tut,
Beline sahip ol,
Diline sahip ol.
Hak ile sabır dileyip
Bize gelen bizdendir.
Akıl ve ahlak ile çalışıp
Bizi geçen bizdendir.

Ahilikte belli aşamalardan geçilir. Bu aşamalarda müride mesleki beceriler, tasavvuf ve dinsel bilgiler, okuma-yazma, Türkçe, Arapça, Farsça, müzik, matematik ve askeri bilgiler ile Ahiliğin anayasası niteliğindeki Fütüvvetname öğretilir. Ahilikte dokuz dereceli bir sistem bulunmaktadır. Bunlar:

Yiğit,
Yamak,
Çırak,
Kalfa,
Usta,
Ahi,
Halife,
Şeyh,
Şeyh ül Meşayıh.
Ahilik örgütü günümüzde varlığını yitirmiş olsa da günümüzde her yıl Ekim ayının ikinci Pazartesi gününde başlayan Ahilik Kültür Kutlama haftasıyla resmi olarak kutlanmaktadır.

İnsanlığa ışık tutan diğer bir Anadolu Ereni de Mevlana Celaleddin Rumi’dir. Mevlana 1207’de Horasan’da doğdu, 1273’de Konya’da öldü. İlk derslerini bilginler sultanı ismiyle anılan babası Bahaeddin Veled’ten aldı. Tasavvuf düşüncesiyle içiçe büyüyen Mevlana bir Ahi olan Şems Tebrizi ile karşılaşınca kendi düşünceleri de şekillenmeye başlamıştır. Mevlana’nın bu gün dahi tüm dünyada tanınmasını sağlayan tasavvuf düşüncesini şiirle anlatma yeteneğidir.

Dalı öncesizliktedir aşkın, kökü sonrasızlıkta.
Bu ululuk, şu akla, ahlaka yakışır değil.
Yok ol, varlığından geç. Varlığın cinayettir.
Aşk doğru yolu buluştan başka bir şey değildir.

Mevlana’ya göre tanrıya ulaşmak için gerekli olan en önemli şey aşktır. Bir bitki hayvan da sevebilir; ancak, hem bedeniyle, hem bilinciyle, hem düşüncesiyle, hem de belleğiyle sevebilen tek varlık insandır. Mevlana bir kadına duyulan aşkı yüceltir; çünkü, bir başkasını seven insan kendisini, tüm insanlığı, evreni ve tanrıyı sevebilir. Ve aşkların en güzeli bu bilince ulaşıldığı zaman başlayan “Hakikat” aşkıdır. Mevlevilerin dönerek yaptıkları sema tüm dünyayla aşkta birleşmek, onun evrensel dönüşüne ayak uydurmaktır. Ellerinin birini gökyüzüne dönük, diğerinin yeryüzüne bakar olması da, tanrıdan aldığı aşkı tüm dünyaya sunmaktır. Ruh tanrıdan fışkıran bir özdür, ölümsüzdür. Ruh ilk çıktığı kaynağa, tanrıya dönmenin özlemi içerisindedir. “Ney”den çıkan ses, ruhun acı dolu, ilk kaynağa dönme özleminin sesidir. Mevlana “Ey tanrıyı arayan, Aradığın sensin...” diyerek evrenin tanrının sonsuz varlık alanı olduğunu ve insanın da bu bütünün bir parçası olarak kendisinde bir tanrısal öz taşıdığını ifade etmiştir.

Gel ne olursan ol, gel
İster tanrı tanımaz, ister ateşe tapar,
İster bin kez tövbeni bozmuş ol
Bizim dergahımız umutsuzluk dergahı değil,
Gel ne olursan ol, gel

Yukarıdaki dizelerde de görülebileceği gibi Mevlana tüm insanlığın kardeşliğine inanmakta ve dinler arasındaki ayrılığın tanrısal varlıkla bağdaşmayacağına inanmaktaydı. Mevlana, kadına büyük önem vermekte “Sizler kadının kapanmasını istedikçe, herkeste onu görme isteğini kamçılamış olursunuz. Bir erkek gibi, bir kadının da yüreği iyiyse, sen hangi yasağı uygulasan da o iyilik yoluna gidecektir. Yüreğin kötüyse, ne yaparsan yap, onu hiçbir şekilde etkileyemezsin" diyerek erkekle eşit olduğunu savunmaktaydı. Mevlanan’ın öğrencilerine “Kitap-el Esrar” (Sır Katipleri) denmekteydi ki bu öğrenciler arasında Müslümanlar, Yahudiler, Hıristiyanlar, Rumlar, İranlılar, Araplar, Ermeniler, Türkler bulunmaktaydı. Bu kadar farklı din ve milletten oluşan öğrencileri tarafından Mevlana’nın şiirleri derlenerek günümüze kadar ulaştırılmıştır.

Yorum Gönder

0 Yorumlar

Recent, Random or Label