İllüminati 15 – İslamiyet’in Doğuşu, İslam’a Bakış Açıları ve Cevaplar


“Görüyorsunuz ki, bu inancın hiç bir eksikliği yoktur. Biz, bugün ne kadar sistemlerimiz varsa bile, daha ileri gidemedik. Zaten, hiç kimsenin ondan daha ileri gitmesi mümkün de değildir. Müslümanların bu felsefî sistemi, faziletin hangi basamağında durduğumuzu öğrenmek üzere kendimize ve başkalarına tatbik edebileceğimiz yararlı bir ölçüdür.”
Goethe’nin, Eckerman ile İslamiyet hakkında yaptığı konuşmadan
Kronolojik sıraya göre ilerlediğimiz yazı dizimizde, sonunda İslamiyet’in doğumuna kadar gelebildik. Bu yazımızda İslamiyet’ten önce Arabistan ve dünyanın durumunu, İslamiyet’in getirdiklerini açıkladıktan sonra, Hıristiyan ve Yahudilerin İslam’a bakış açılarını anlatmaya çalışacağız. Tabi ki onların bakış açıları benim düşünceleri yansıtmıyor hatta ben onların sapık bakış açılarına reddiyelerimi de kaleme alacağım inşallah.
İslamiyet’ten önce Arap yarımadası çöllerle diğer toplumlardan ayrılmış, verimli yerlerinde küçük kabile devletlerinin olduğu bir bölgedir. Verimsiz bir bölge olduğu için zamanın süper güçleri olan Bizans ve Persler tarafından istilaya uğramamıştır. Büyük bir kısmı çöllerden oluştuğu için bölgeyi almak veya sefer düzenlemek oldukça masraflı, sıkıntılı ve riskli bir durumdur. Araplar suyun bulunduğu veya ekilebilir arazilerin olduğu yerlerde küçük kabile şehirleri kurmuşlar, bir kısmı ise çölde göçebe olarak yaşamaktadır. Göçebe Araplara “bedevi” denmektedir. Tam olarak ne millet olabilmişlerdir nede bir devlet kurabilmişlerdir. Küçük şehir devletleri ve bunları yöneten kabile liderleri yada çöldeki göçebe birlikler olarak yüzyıllarca yaşamışlardır.
Sosyal ve ahlaki yapı ise tamamen çökmüştü. Kabilenin temelini ailenin teşkil ettiği Arap toplumunda aile yapısı, erkeğin hakimiyeti üzerine oturmakta olup, aile içi akrabalık ilişkileri erkekler yoluyla tesis edilmiştir. Bu bakımdan hem ailenin güçlendirilmesi, hem de kabilenin itibarının artırılması bakımından Arap toplumunda çok sayıda erkek çocuğa sahip olmak oldukça önemli addedilmiştir. Erkekler, fiziki gücün büyük önem taşıdığı zorlu çöl şartlarında, kabilenin en önemli savaşçı unsuru sayılırken ve kadınlar üzerinde mutlak bir üstünlüklerinin olduğu kabul edilirken, kadınlar, toplumsal bir yük olarak görülmüşlerdir.
Sosyal itibarı olmayan, miras hakkından mahrum bırakılan, kocasının ölümü halinde dahi çocuğunun velayet hakkını alamayan kadınlar, ancak çocuk dünyaya getirmeleri halinde aileye katılabilme hakkı kazanan ikinci sınıf bireyler olarak algılanmışlardır. Bu bakımdan yeni doğan her kiz çocuğu, ailenin değersiz ve yüz kızartıcı bir üyesi olarak muamele görmüş; ölüme mahkum edilmesinde de bir beis görülmemiştir. Kız çocuklarının öldürülmesinde zorlu çöl şartlarının yol açtığı geçim sıkıntısının da etkili olduğu üzerinde durulsa da, kadının hakir görüldüğü ortadadır. Küçümsenen bu rolüne rağmen Arap toplumunda kadının oldukça önemli görevler yüklenmiş olduğu görülecektir.
Bedevi erkeklerin savaş ve yağma dışındaki vakitlerinin büyük kismını, işsiz güçsüz oturarak kadın, aşk ve kahramanlık temalarında konuşarak ya da yakıcı sıcak nedeniyle çadırlarında uyuyarak geçirdikleri bir düzende, bedevi kadınlar bütün bir güne yayılan birçok iş yükü altındaydılar. Çocuğun dünyaya getirilip yetiştirilmesi gibi uzun vadeli rolleri dışında, bedevi kadınların yemek hazırlamak, süt sağmak, yağ yapmak, çamaşır yıkamak, örtü, çadır ve elbise için kumaş dokumak, yün eğirmek, çadır kurmak ve toplamak gibi birçok mükellefiyetleri vardı.
Ancak aileyi büyütmenin yolunun, erkek çocuk sayısını artırmaktan geçtiği bu düzende bedevi kadının ana görevi, erkek çocuk dünyaya getirmekti. Cahiliye dönemi Arap toplumunda, kabilenin bir parçası olduğu sürece anlam ifade eden aile yapısının bağımsızlığından bahsetmek mümkün değildi.
Arap toplumunda nikah, kadını ve aile hayatını güvence altına alan bir kurum olmaktan uzaktı. Her ne kadar yaygın evlilik biçimi, bir erkeğin belli bir mehir karşılığında kendisine denk bir soy ve nesebe mensup bir kadınla nikah akdetmesi şeklinde gerçekleşiyorsa da, çok farklı evlilik ve birliktelik biçimlerine rastlanmaktaydı.
Bir kadının kocasının uygun göreceği bir kişiyle çocuk sahibi olmak amacıyla bir araya gelmesi, iki erkeğin karşılıklı olarak eşlerini değiştirmeleri, hür olması nedeniyle zina yapamayan bir kadının bir erkekle metres hayatı yaşaması, bir kadının on kişiden fazla olmamak kaydıyla aynı anda farklı erkeklerle evlenmesi, kadın ve erkeğin süreli bir evlilik akdi yapması, üvey oğlun annesi ile evlenebilmesi, iki kiz kardeşin aynı anda bir erkeğin eşi olması gibi farklı birliktelik ve evlilik çeşitlerinden bahsedilebilir.
Millet ve devlet kavramı olmadığı için acımasız bir feodal yapı toplumu sarmıştır. Yazılı kanunları hiçbir zaman olmadığı gibi toplumsal yada sözel kanunları da çok zayıf hatta etkisiz olmuştur. İslamiyet’ten önce tam bir vahşi kapitalizm yaşanmaktadır, güçlü olanların güçsüzleri ezdiği bir toplum düzeni. Çöldeki bazı bedeviler ticaret kervanlarını bastıkları için ticaret çok güçlü olan insanlara haraç verilerek yapılabiliyor. Arapların soyu Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’den gelmektedir, Hz. İsmail ve annesini Mekkeye getiren İbrahim peygamber burada Hz. Adem tarafından yapılan kutsal binayı(Kabe) tekrar onarmıştır. O zamandan sonra İbrahimi inanca (buna Hanif dini de denmektedir) sahip insanlar, her yıl Mekkeye gelirler ve Kabe’nin etrafında dönerek ibadet ederlermiş. Bazı kaynaklara göre o zamanlarda insanlar Kabe’nin etrafında çıplak olarak dönerlermiş. Tabi ki bu durum Mekke’de ticareti geliştirmiş, her yıl gelen Hanif hacılar belli bir turizm geliri sağlamışlardır. Dolayısı ile bölgenin en gelişmiş şehri de Mekke olagelmiştir. Hatta kısa peygamber efendimizin doğumundan kısa bir süre önce Ebrehe isimli bir kral, Mekke’nin gelirlerini kendi ülkesine çekmek için bir tapınak yaptırmıştır. Yinede insanları kendi ülkesine çekemediği için Kabe’yi yıkmak için bir ordu kurduğu ve ordusunda çok sayıda Fil olduğu, Mekke’ye gelirken, Allah’ın gönderdiği kuşlarla orduyu yerle bir ettiği Kuranı Kerimde Fil süresinde anlatılmaktadır;
« Rabbinin fil ashabına ne etteğini görmedin mi? O, onların düzenlerini boşa çıkarmadı mı? Ve üzerlerine sürü sürü ebabil kuşları göndermedi mi? Ki her biri onlara ateşte pişirilmiş çamurdan taşlar atmışlardı. Allah (u Teâlâ), onları kurt yeniği yaprağa çeviriverdi. » Fil Suresi
Tabi ki her ne kadar o zaman ki bölge insanları Hanif dinine mensubuz deseler de, inandıkları dine Sümer,Babil,Asur ve Akadlardan paganizmi (çok tanrıcılık) etki etmiştir. Kabe bir put merkezi haline gelmiştir. Yüzlerce put, her birinin bir hikmeti olduğuna inanılıyor, kimisinin yağmuru, kimisinin ekinleri, kimisinin kazancı vb. etkilediğine inanılıyor. Bu tür put merkezlerine İngilizce’de “Shrine” denmektedir. Shrine kelime anlamı olarak “küçük tapınak” anlamına gelmektedir. O zamanın Kabesi’ni anlatan tarihçiler kitaplarda genelde “Kaba Shrine” olarak yazarlar. Zamanla Hanif din tek tanrılı din olmaktan çıkarak, çok tanrılı bir kimliğe bürünmüştür. Geri kalan dünya’da da tek tanrı inancı nerdeyse kalmamıştır. Bizans ve Hıristiyanlar “Teslis- Baba,oğul,kutsal ruh” bir inanca boğularak, tek tanrı(Tevhid) inancını kaybetmişlerdir. Yahudilerin dini inancı çoktan bozulmuş, YHVH’i kadiri mutlak yaratıcı kabul etmişler, Elohim’i başka bir tanrı gibi görmeye başlamışlar. Irkçılığı bir din olarak kabul etmişler. Hanifler yukarıda açıkladığımız gibi Tevhid inancından oldukça sapmışlar.
Arapların en büyük tanrısı Hubel idi, onun üç tane kızı olduğuna inanıyorlardı, Lat(Lathaniel), Menat(Menathiel), Uzza(Ussael), Bunların yanında Kabe de 360 tane daha put vardı. Son zamanlarda yapılan arkeolojik çalışmalarda bulunan İslam öncesi döneme ait putlar, İslam düşmanı Hıristiyan oryantalistlerin ekmeğine bal sürmüştür. Bulunan putların göğüs kısmında “Hilal” işareti olması ve bugün Müslümalığın simgesi olarak kabul edilen “Hilal” ile sapıkça bir bağlantı kurmayı başarmışlardır. Ama gerçekler öyle mi? Bunu birazdan yanıtlayacağız, önce bulunan arkeolojik kalıntılara bakalım.
(Arkeolojik çalışmalarda bulunan Hubel putu, Oryantalistler(İslam karşıtı) putun göğsünde bulunan Hilal işaretinden yola çıkarak, Müslümanların günümüzde aslında Ay Tanrısına(The Moon God) taptıklarını iddia etmişlerdir. Bu gün İslam ülkelerinde bayraklarında, Camilerde kullanılan Hilal simgesinin kökünü buna bağlamışlardır. )
(Hubel putu, yanında bulunan iki eli açık, Hilal’e yani Hubel’e dua eden eller)
(İslamiyetten önce de Araplar iki eli açık şekilde dua ediyorlarmış. Dua esnasında ellerin kullanılması bir çok dinde mevcuttur.)
(Hubel putunun yakından resmi, Göğsündeki hilal sembolüne dikkat!. Eski insanlar yazı yerine sembol kullanılıyordu. Hilal sembolü de belki de Tanrı’yı ifade ediyordu?)
(Altta çeşitli medeniyetlere ait Ay Tanrısı sembolleri, Üstte Hubel. Oryantalistler buradan yola çıkarak eski Arapların Hubel dedikleri Baal’e(şeytan) taptıklarını öne sürmüşlerdir. Onlara göre Muhammed diğer putları yok ederek, Hubel’i tek tanrı edinmişlerdir. Müslümanlarında haşa bugün aslında Baal’e taptıklarını iddia etmektedirler. Adamlarda iyi hayal gücü var, inkar etmemek lazım!… :D )
(Babil medeniyetinden bir kabartma, Sin(ay tanrısı) ve yardımcıları, akla Arapların Hubel’i ve onun yardımcıları Lat,Menat,Uzza’yı getiriyor.)
(Sümer Medeniyetinde ay tanrısı, hilalin ortasında otururken)
(Akadların ay tanrısı, Hilal ve Yıldız şeklinde sembolize edilmiş)
(Yunan ve Romalıların doğa,avcılık ve ay tanrısı Artemis, Romalılar onu LUNA veya DIANA olarak adlandırıyorlar. Şimdi oryantalistlere şunu sormak lazım Diana ismini kullananlar Hıristiyan değil mi acaba? )
Oryantalistler, eski put kalıntılarından yola çıkarak İslam’ı sapkın bir din olarak suçlamaktalar. Bu gün Müslümanlar’ın inandığı Allah’ı da haşa, Ay tanrısı ile hatta Baal ile bir tutmaktalar. Tabi ki bu sapıkça teorilerini çürütmek oldukça kolay, birincisi Peygamber efendimiz maddi olan her şeye tapınmayı yasaklamıştır. İkincisi hilal İslam’ın sembolü değildir. Ne peygamber efendimiz zamanında, ne 4 halife zamanında nede Emeviler ve Abbasilerin ilk dönemlerinde İslamiyet’in bir sembolü yoktu, dolayısı ile İslamiyetin ilk 150 yılında hilal veya başka bir sembol İslam için kullanılmamıştır. Bu bilgi ile zaten oryantalistlerin hilal sembolünden yola çıkarak iddia ettikleri durum çürütülmüş oluyor.
Abbasilerin ilk dönemlerinden sonra “Hilal” kullanılmaya başlanmıştır? Peki neden Hilal? Bunun cevabını vermeye çalışan Sunni Araplar, suçu Şia’ya atarken. Şiilerde suçu sapkın olarak niteledikleri Sunnilere atmaktadırlar. Hilal’in kullanılmasının birkaç tane sebebi olabilir. Bunlardan bir tanesi Arapların ve Ortadoğu halkalarının Kameri(ay) takvimini kullanmaları sayılabilir. Ayın hilal durumu 28-29 günlük bir periyodun yani “bir aylık” sürenin başlangıcıdır. Ayrıca yüzyıllardır kullanılan bir sembol’ün İslamiyet’e yansıması da olabilir. Eski kültürün yeni dine yansıması olabilir. Abbasiler döneminde fethedilen Hıristiyan memleketlerde, Kiliselerin üst kısmında Haç ile karşılaşılmıştır. Buna mukabil Müslümanlarında Camilerin üst taraflarında İslam’ı sembolize etmesi için Hilal’i tercih etmişlerdir. Aslında sembol kullanmak sakıncalıdır, zamanla insanların onu putlaştırmasına sebep olabilir. Peygamber efendimiz olsaydı hilal veya hiçbir sembolün kullanılmasına izin vermezdi. Çünkü İslamiyet’in en önemli emirlerinden bir tanesi “Kutsal olan sadece Allah’tır” düşüncesi ve inancıdır. Peygamber efendimiz Hz.Ali’ye emir vererek süslü ve büyük mezarları yıktırmıştır, zamanla insanların oraları kutsal saymasından çekinmiştir. Bütün putları ve sembolleri yıkmıştır ki insanların Allah’tan başkasını kutsallaştırmamasın. Bir gün peygamber efendimiz Mekke ile Medine arasında yolculuk yaparken, Vahyin ağırlığı ile bindiği hayvan bir ağacın etrafında birkaç tur atmıştır. Daha sonraki yıllarda Hz. Ömer zamanında, insanlar bunu bir ibadet zannedip, yolculuk esnasında, o ağacın altında birkaç tur atmaya başlamışlar. Hz. Ömer bunu öğrenir öğrenmez ağacı kestirmiştir ve insanların bir hurafeye düşmesini önlemiştir. İnsanlar her zaman bir şeyleri kutsallaştırma ve ondan medet umma eğiliminde olmuşlardır. Acaba peygamber efendimiz bugünkü süslü camileri, tekke ve türbeleri görse ne derdi? Oralardan medet uman insanlar sizce günah işlemiyor mu? Son yıllarda diyanet işlerimizde uyandı da bu tür türbe ve mezarlara sadece mezarlık ziyareti için gelinmesi ve dua edilmesi yönünde açıklamalar yapmaya başladı. Dua ve istek yalnızca Allah’tan istenir, araya birilerini koymaya gerek yok, ilahi ortamda araya adam koymaya gerek yok sevgili halkım. Bizimkilerde haklı ülkemizde alıştılar tabi ki torpile, araya adam koymaya, dua yaparken de “bilmem ne efendinin yüzü suyu hürmetine dualarımızı kabul eyle ya Rabbi!..” diye tutturuyorlar. Bir de peygamber efendimizin hırkasından ve sakalından medet uman insan toplulukları türedi son yıllarda, Peygamber efendimiz böyle olacağını bilse inanın o hırkayı ve diğer eşyalarını yakardı. Neyse konuyu uzatmayalım ve Peygamber efendimizin hayatına hızlıca göz atalım.
Peygamber efendimiz 571 yılında Mekke’de doğmuştur. Mekke’nin seçkin bir ailesi olan Haşim oğullarına mensuptur. Haşim oğulları veya Haşimiler, İslam peygamberi Muhammed`in de mensubu olduğu sülale. Adnaniler kavminden gelen Kureyş Kabilesi`nin bir koludur. Sülale ismini peygamberin büyük-büyükbabası Haşim`den alır, secere şu şekilde gelir.
*Haşim: Peygamberin büyük-büyükbabası
* Abdülmuttalib bin Haşim: Peygamberin büyükbabası
* Abdullah bin Abdülmuttalib: Peygamberin babası
* Ebu Talib (İmran): Peygamberin amcası
* Muhammed S.A.S : İslam peygamberi
Burada Haşim oğullarını söyledik çünkü Mekke’de, Haşim oğulları ile Ümeyye oğulları arasında çok büyük bir iktidar çekişmesi mevcuttu. Peygamber efendimizin dedelerinden olan Haşim ile kardeşi Ümeyye arasında bir rekabet oluşmuş ve zamanla bu iş düşmanlığa kadar gitmiştir. Araplarda yaygın olan kavmiyetçilik, bu iki ailede de görülmüştür. Ebu Süfyan, Ümeyye oğullarındandı, onun peygamberimize düşman oluşunun başlıca sebebinin, bu aile çekişmeleri olduğu söylenir. Peygamber Efendimizden sonra yaşanan mücadeleler de bu kavmiyetciliğin etkisi de mevcuttur. Mekke’nin fethinden sonra, Ebu Süfyan ve oğlu Muaviye Müslüman olmuşlardır. Her ikiside Ümeyye oğullarından olduğu için gerek 4 halife zamanında gerekse ilerleyen yıllarda kavmiyetçilik genç Müslüman devletine zararlar vermiştir.. Bunu ilerleyen yazılarımızda irdeleyeceğiz.
Peygamber efendimiz genç yaşlarda anne ve babasını kaybettiği için ona amcası Ebu Talip bakmıştır. Genç yaşlarında, tahminen 13 yaşındayken, Ebu Talip’in ticaret kervanlarında bulunduğu bilinmektedir. Bu ticaret kervanları ile yolculuk ederken Bahira isimli bir rahip onun Peygamber olacağını kestirmiş ve Ebu Talip’i Yahudilerin onu öldürme olasılığı konusunda uyarmıştır. Bundan sonra Peygamber efendimizin 25 yaşına kadar olan bölümüne ait fazla bilgi bulunmamaktadır. Oryantalistler buradan yola çıkarak, onun 40 yaşına kadar ticaret kervanlarıyla bir çok ülkeyi gezmiştir ve oradan edindiği bilgilerle yeni bir din geliştirdiğini savunurlar ki bu iddiaya gülüp geçmek yerinde olacaktır. İslamiyet zamanına göre çok farklı bir dindi, başta tek Allah inancını öneriyordu ve insanların genel ilişkilerini düzenleyen kanunları Kuran-ı kerimde içeriyordu. Boşanmadan, mirasa, evliliğe, ticarete bir çok kural Kuranda açıkça belirtilmiştir. Bu durum o zamanlarda yaşanan bozulmuş Hıristiyanlık ve Yahudilikte mevcut değildi, diğer dinleri saymak bile istemiyorum. Yahudiler “Allah insanlara nasıl boşanakcalarını mı anlatıyor?” diyerek kendilerince İslam ile dalga geçmektedirler. Evet Allah insana nasıl yaşayacağını anlatacak tabi ki insanı yaratan O olduğu için, yine nasıl kullanılacağını da o bilir. Öte yandan Yahudilerin uydurma din kitabı ise genel itibarı ile bir tarih kitabından farksızdır; “Umar’ın oğlu Timar’ın 6 çocuğu oldu, bunların isimleri …….”. Bir din kitabının bu kadar ayrıntı vermesine gerek var mı? Kitabın insanlar tarafından sonradan yazıldığı çok bellidir. Kuranda ise tarihi kıssalardan çok ayrıntılı bahsedilmez olayın sebebi ve sonucu kısaca anlatılır. Peygamberler ve tufanlar anlatılırken, Zulkarneyn kıssası anlatılırken, Musa ve Hızır as. Seyahati anlatılırken, 7 uyuyanlar anlatılırken, fil olayı anlatılırken, ve benzeri bir çok olayda Kuran ayrıntıya girmez. Gerekte yoktur, sebep ve sonuçlardan bir ibret alınması esastır. Fakat Tanah ve İncilde durum böyle değildir, insanlara nasıl yaşamaları gerektiğine çok fazla değinmek yerine tarihi ayrıntılara gömülmüştür. Unutmayalım ki Kuran aynı zamanda yasa kitabıdır hatta Müslüman toplumun anayasasıdır.
Peygamberimizin yeni getirdiği dini, çevre kültürlerden öğrendiğini, sadece oryantalistler savunmamışlardır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Maya kültürü ve Güneş-Dil teorisi araştırmaları yapan Tahsin Mayatepek’te buna benzer bir iddiayı ortaya atmıştır. Ona göre Latin Amerika medeniyetleri ile Orta Asya medeniyetleri birdir ve tarih öncesi Büyük okyanusta batan Mu kıtasından gelmiştir. Mu kıtasına ait bilgilerin bulunduğu tabletlerin, Hindistandaki Naacal tarikatının elinde olduğunu ve Peygamberlerin(İbrahimden-Musaya-İsaya- Muhammede) bu tabletlerden öğrenerek anlattıklarını savunmuştur. Mayatepek’e göre Peygamber efendimizin 13-25 yaşları arasında ne yaptığına dair kesin bir bilgi yoktur. İşte bu yıllarda peygamber efendimiz ticaret için gittiği Hindistanda Naacaller ile karşılaştığını ve onlardan tek tanrı inancını öğrendiğini savunur. Tabi ki bu tez diğer tezlere göre biraz daha ilginç ama asılsızdır. Tahsin Mayatepek, Mu kıtası , Naacaller hakkında daha fazla bilgi vermek isterdim ama yazı çok uzayacak, inşallah o konuları başka bir yazımızda ele alırız. Sizden ricam her şeyi devletten beklemeyin, açın Google amcaya sorun yukarıdaki konuları ve bir araştırma yapın. Konuyla ilgili son yıllarda çok kitap basılmıştır. Mu kıtası teorisini ilk ortaya atan James Churward’tır onun kitaplarını okuyarak başlayın derim. Atatürk’te, 1930’larda Tahsin Mayatepek ve diğer teorisyenlerle birlikte Mu kıtasını araştırmıştır. Bu konuyla ilgili kitapları yine internetten bulabilirsiniz. Biraz ödev verir gibi oldu kusura bakmayın. ( Devran yine ödev vermeye başladım galiba, tut beni!? :D )
Peygamber efendimiz çok güvenilir bir insandı, dolayısı ile lakabı “Emin” idi. Doğru sözlü birisi olduğu için Mekke’de herkes ona saygı duyardı. Yirmi beş yaşına geldiğinde, 40 yaşındaki Hz. Hatice ile evlenmiştir. Hz. Hatice’nin ticaret kervanları ile ilgilenmiştir. Peygamber efendimiz sıklıkla Hira mağarasına gider ve orada tefekkür ederdi. Şimdi sorarım size bugün Devran evli biri olsa, eşine dese ki “Hanım ben bir mağaraya, gidip tefekkür edeceğim”. Sonuç ne olur sizce? Yada babanız, annenize böyle bir şey söylerse, anneniz ve toplum nasıl karşılar bu durumu? Peki neden Peygamber efendimizin tefekküre çekilmesi Hz.Hatice ve diğer insanlar tarafından garip karşılanmamıştır? Sorunun cevabı basit, o zaman ki toplumda inzivaya çekilen sadece peygamber efendimiz değildi. Ortadoğu bölgesinde yaygın bir Gnostik akım vardı ve insanlar sıklıkla inzivaya çekilerek, tefekkür ederek, Yaratıcıya ulaşmaya çalışırlardı. İşte bu yaygın akım sebebiyle peygamber efendimizin bir mağarada inzivaya çekilmesi kimse tarafından yadırganmamıştır.
Peygamber efendimiz 40 yaşında yine mağarada tefekkür halinde iken ilk vahiy Cebrail ile kendisine iletilmiştir. Cebrail as. Ona oku dediğinde peygamber efendimiz ona sunulan şeyi ilk başta okuyamamıştır. Bu durumu İslam alimleri peygamber efendimizin okuma yazma bilmediği şeklinde yorumlamışlardır. Yıllarca ticaret ile uğraşmış bir insanın günün dilini okuyup – yazamamasını beklemek mantıksızdır. Bana göre Cebrail, peygamber efendimize Levh-i Mahfuz’dan bir yazı getirmişti ve peygamberimiz onu okuyamıyordu. Değilse peygamber efendimiz normal okuma-yazmayı biliyordu. Peygamber efendimizin okuma yazma bilmediği meselesi yıllardır tartışılır. En iyisini Allah bilir diyelim. (Konuyla ilgili iddiaları ve karşıt görüleri şuradan okuyabilirsiniz : http://www.hanifdostlar.net/forum_posts.asp?TID=1239 )
Tam bu aşamada yine Yahudilerin ve Hıristiyanların, ilginç ve bir o kadarda komik bir iddiası vardır. İddiaya göre peygamber efendimiz Hint kökenli dinlerden etkilenmişti ve sürekli olarak yalnız kalarak meditasyon yapıyordu. Yine böyle bir meditasyon sırasında Azazel kendisine Cebrail olduğunu söyleyerek yeni ve şeytani bir din aktarmıştır. Azezel’in amacı yeni tek tanrılı bir din kurarak Yahudilik ve Hıristiyanlığı ortadan kaldırmakmış. Tabi ki bunlar aşırı uçuk iddialar, bunu savunurken, İslam’ın kadınları 2. Sınıf insan yaptığı, savaş kuralları, büyücü Kral Süleyman’ın kuranda peygamber olarak iddia edilmesi vb. iddialarda bulunurlar. Peki İslam, adeleti, doğruluğu önerir, fakiri, yetimi doyurun der,insanlara yardım edin der, bunları Azezel’in önermesi mümkün mü? Ayrıca kadını sadece İslam koruyabilir, diğer bütün düşünce tarzlarında, kadın için ulaşılabilecek son nokta “sex objesi” olmaktır. Bakmayın bazı denyoların ortaya çıkıp “kadına özgürlük, bıdı bıdı, İslam kadını köleleştiriyor, bıdı bıdı , bıdı bıdı” dediklerine. Arkadaşım sizin önerdiğiniz örnek toplumlarda kadın ya ticari obje olmuştur yada sex objesi beni konuşturmayın şimdi. Avrupadaki kadının durumu çok mu iyi şu an? Zaten birden fazla erkekle yasak ilişki yaşayan kadın mazhoşist eğilimlere giriyormuş, ben demiyorum yüz yılın büyük Psikologlarından De Jung diyor bunu. Buraya nerden geldik kardeşim!? Neyse bu konu yeni tartışmalara sebep olur. O yüzden uzatmayalım.
Peygamber efendimize ilk ayetler gelince kendisi korkuyor ve evinde korkudan titreyerek örtülere bürünüyor. Bu esnada Hz. Hatice durumu anlayabilecek olan akrabası Varaka bin Nevfel’e sorar. Durum şu şekilde gelişir;
Kâinatın Efendisi (asm) evine gelir, Hatice validemiz karşılar. Ancak bu gelişi diğer gelişlerinden farklıdır. Hatice çok farklı şeylerin olduğunu anlar. Ne olduğunu sorar; ancak cevap alamaz. Kâinatın Efendisi (asm) başından geçenleri anlatacak durumda değildir. Hemen istirahata çekilir, biraz dinlendikten sonra, başından geçenleri Hatice’ye anlatır.
“Kendimden korkuyorum.” der. Kâinatın Efendisi’ni dinleyen Hatice ona:
“Korkma vallahi Allah seni saptırmaz.” der.
Fakat Hatice de neler olduğunun tam farkında değildir. İşin mahiyetini tam olarak anlayabilmek için Amcası Varaka bin Nevfel’e gitmeyi teklif eder. Varaka yaşı ilerlemiş, ilmi ve tecrübesi herkes tarafından bilinen değerli bir zattır. Kâinatın Efendisi (asm) bu teklifi kabul eder ve Hatice ile birlikte Varaka bin Nevfel’e giderler.
Kâinatın Efendisi (asm) başından geçenleri bir bir anlatır. Sessizce anlatılanları dinleyen Varaka, heyecanlanmıştır:
“Senin gördüğün, peygamberlere gelen Namus’tur. Keşke kavmin seni Mekke’den çıkaracağı zaman seninle beraber olsaydım.”
Hayret içinde Varaka’yı dinleyen Kâinatın Efendisi (asm):
“Onlar beni çıkaracaklar mı?” diye sorar:
“Senin getirdiğinin benzerini getiren hiç kimse yoktur ki, kavmi ona düşman olmasın. Şayet o güne yetişirsem, sana yardımcı olmaya çalışırım.”
Bu ifadeler gösteriyor ki, o zatın ömrü vefa etmemişti. Varaka bin Nevfel bir kahin ve alim idi. O Peygamberimizi (asm) görmeden ve tanımadan evvel de iman etmiş bir arif idi. Fakat İslam’ın ilk yayılışına ve Rasulullah Efendimizin (asm) davasını ilk tebliğine yetişemedi. Peygamberimizin (asm) İslamı tebliğe başlamasından önce vefat ettiği için, ilk Müslümanlardan sayılmamıştır. Bunu kendi ifadelerinde görmek mümkündür. Muhammed’in eşi Hatice onun kuzeniydi. Nasturi rahibi olan Varaka Mekke’nin rahibi ve vaiziydi. Tevrat ve İncil’i biliyordu ve bunları Arapçaya tercüme etmişti. Muhammed’in Hatice ile olan evliliğinde başkanlık etmişti. Genelde kabul görmüş klasik kaynaklarda Hatice’nin Muhammed’i ilk vahyin ardından Varaka’ya durumu açıklaması için götürdüğü geçer. Varaka anlatılanları dinledikten sonra olayın bir vahiy olduğunu, Muhammed’e peygamberlik verildiğini ve eğer genç olsaydı onun destekçilerinden olmak istediği belirtir.
Varaka bin Nevfel, İslam tarihindeki oldukça tartışmalı şahsiyetlerden biridir. Bilgili bir rahip ve vaiz olan Varaka, Tevrat, Zebur ve İncil’i de kapsayan Kitabı Mukaddes’e hakimdi. Zaman zaman Varaka’nın dinler tarihi konusunda İslam peygamberini eğittiği ve bu bilgilerin Kuran’a kaynak teşkil ettiği iddia edilir. Gerek İslam alimleri, gerekse Kuran’ın kendisi böyle bir iddiaya şiddetle karşı çıkmaktadır.
Neticede kısa bir sürede Peygamberimizin anlattığı yeni din başarılı olmuştur ve büyük insan kitleleri yeni ve mükemmel din olan İslam’a yönelmişlerdir. Ondan sonraki yıllarda İslam’a bir çok asılsız bidat ve hurafe eklenmiştir. Yayıldığı bölgelerdeki yerel halkın kültür ve geleneği de yine maalesef İslam inancına negatif etkilerde bulunmuştur. Yüzyıllar geçmesine rağmen Kuranı Kerim değişmeden gelmiştir ve bir kanun kitabı olarak insanlara doğru yolu göstermektedir.
İslam’ın hızlı gelişimi Yahudi ve Hıristiyanları tedirgin etmişler ve İslam’ın kötü bir din olduğunu kendi tebaalarına anlatabilmek için yüzlerce hikaye uydurmuşlardır. Bunlardan bazılarını yukarıda anlattık. Fakat 19. Yüzyıl masonluğu İslamiyet’e, karşı oldukları Vatikan’ın penceresinden bakmaya devam etmişlerdir. İslamiyet’i Vatikan’ın savunduğu gibi bir pagan kökenli sapkın bir din olarak görmüşlerdir. Bu durum kendi hoşlarını da gitmiştir aslında.
Amerika’da etkin bir Mason cemiyeti vardır ve gerek simgeleri gerekse kullandıkları objeler onların İslam’a bakış açılarını ortaya koymaktadır. Bu mason cemiyetinin adı “Shriners” yani “Tapınakçılar” dır. Yazının başında dediğimiz gibi onlar Kabe’yi tapınak yani Shrine olarak görmekteler ve bu ismi bilerek seçmişlerdir. Shriners amblemi şu şekildedir;
(Shriners amblemi eğimli Arap kılıcına asılı bir hilal ve aydır. Hilal’in üstünde bir firavun kafası mevcuttur.)
Bu mason locası 1870 yılında New Yorklu Masonlar olan , Walter M. Fleming ve William J. Florence tarafından kurulmuştur. Florance Marsilya seyahati sırasında bir Arap diplomat tarafından bir partiye çağrılır ve partide yapılan eğlencelerden çok hoşlanır. Cezayir ve Kahire gezileri sırasında bazı Müslümanların (tahminen İsmaililer) ritüelleri çok hoşuna gider. 1870 yılında New York’a döndüğünde konuyu Fleminge açar ve Shriners Locası kurulmuş olur. Shriner locasının kurulmasının bir amacının da klasik masonluktaki aristokratik yapının yerine daha eğlenceli ritüellerin gerçekleştirilmesi olarak da değerlendirilir.
(Shriners locasının kurucuları eski New Yorklu Masonlardır. Florance o zamanlarda tanınan bir sanatçıydı.)
1872’de sadece 43 Shriners üyesi bulunmaktaydı. 1876 ‘da Mecca Temple (Mekke tapınağı) toplantısında adlarını “Ancient Arabic Order of the Nobles of the Mystic Shrine”, Mistik Tapınağın Soylularının Antik Arap Düzeni, olarak belirlemişlerdir. Sayıları hızla artmıştır;
1878’de 425 üye, 13 tapınağa ,
1888’de 7210 üye 48 tapınağa,
1900 yılında ise 55 000 üye ve 82 tapınağa ulaşmışlardır.
İlk başlarda sadece İskoç Riti veya York Riti üyelerini kabul ederlerken son yıllarda her türlü masonun locaya girişi kabul edilmiştir.
Shriners locası üyeleri üzerinde simgeleri bulunan fesler giyerler. Yaptıkları localarını Mosque yani cami veya tapınak olarak isimlendirirler. İslam’a özgü olan şehir isimlerini ve terimlerini kullanmaya çalışırlar. Günümüz Shriners üyelerinin vakıf amacıyla kurdukları bir çok çocuk hastanesi vardır. Her yıl küçük araçlarla eğlenceli yarışlar düzenlerler.
(Shriners üyeleri fes giyerler)
(Bir çok çocuk hastanesine sahiptirler)
(Ritüellerini Mosque yada Temple dedikleri binalarda gerçekleştirirler. Sembollerin altındaki piramidi ve diğer yandaki camiyi fark ettiniz mi? Bazı locaların isimleri şöyledir; Mecca Temple, Medinah Temple, Aleppo Shrine, Kabe Shrine vb.)
(Ritüelleri sırasında mutlaka Fes giyerler)
(Her yıl küçük araçlarla gösteri düzenlerler)
(Ülke çapında bir çok yerde çocuk hastaneleri mevcuttur.)
(Shriners ilk logosu, Piramid ve Sfenks, yanlarda hilal ve yıldız sembolü mevcut)
(Bir çocuk hasta ile ilgilenen Shriners Masonu)
(Geçen günlerde Justin Timberlake’ı açılışlarına çağırmışlar)
(Justin Timberlake ile açılış afişi ve çocuklarla ilgilenen Justin reyiz)
(Açılıştan sonra Justin abimiz IN TIME filminde başrolü kapıyor, filmde Justin abimiz yanındaki güzel kızı götürüyor. Götürüyor dediysek, kızı ailesinden kendi varoşlarına götürüyor, o anlamda yani. Bu Justin var ya tam çakal yaaa :D )
Sevgili okuyucular,inanın bu yazıyı yazarken çok tereddüt ettim, çünkü özellikle son yazılarımda istemediğim tartışmalarının içine çekilmeye başladım. Fakat kerameti kendinden menkul abi ve ablalarımız, yine bu yazıya da atlayacaklardır, bundan eminim. Atladıklarını boş verin birde beni “dinsizlikle”, “kibirle”, “şeytana alet olmakla” suçlayacaklardır. Arkadaşım ben mi “kibirliyim”? Her zaman diyorum, “Yazdıklarımı araştırın, hemen inanmayın, okuyun, analiz edin, sentez edin, beyninizi kullanın”, daha ne diyeyim, böyle bir insanda kibir olabilir mi? Allah aşkına yapmayın gençler. Daha ne yapıyım ya? Allah canımı mı alsın?
Geçen eski bir arkadaş ile karşılaştım. Sohbet ettik, konu benim burada yazdığım yazılara geldi. Herhalde facebook üzerinden buldu ve benim yazdığımı tahmin etti. Arkadaş İmam Hatip mezunu ya, din konusunda uzman ya, hemen ahkam kesmeye başladı. Ne zaman onun gibi cahil biriyle tartışsam her zaman kaybettim, birkaç saatlik konuşmada defalarca cevap verememesine rağmen yinede pes etmedi, cahil’in en önemli özelliği budur tartışmadan asla pes etmez, sıkıştığı yerde geleneğe sarılır, sıkıştığı yerde modern olur, görüşü dik ve belirli değildir, sürekli zikzaklar çizdiği için kendini inkar etme pahasına tartışmayı sürdürür. Neyse elemanın hakkında biraz bilgi vereyim, daha imam hatipte okurken bira içerdi, mezun olduktan Antalya’da komilik yaptı ve o esnada yaptığı fuhuşları sağda solda anlatan bir denyo düşünün, ama her zaman İslam dinini de savunmayı ve yüceltmeyi de ihmal etmezdi. Tabi ki bunu, günün birinde tövbe ederse, “zaten ben, hep İslam aşığıydım” demek için yapıyordu, zavallı insan psikolojisi… Konuşmanın sonunda bir de beni Salı günleri katıldığı sohbet toplantısına çağırdı. Kendisine yediği bokları güzelce hatırlattıktan sonra “din ve ahlak konularında bana ders verebilecek son kişi olduğunu” büyük bir zevk alarak söyledim. Tabi ki karşımdaki bundan ne kadar alındı bilemem ama İslamiyet onun için kolay bir din, yarın bir tatil yöresinde kaçamak yapıp bir hafta sonra Salı günü din sohbetine giderken görebilirsiniz onu. Samimiyet ve vicdan insanın dinini yaşarken o kadar önemlidir ki bir bilseniz…. Aslında az önce anlattığım kişi, yalnız değildir günümüz toplumunda, eğer uslu (us burada akıl anlamında kullanıldı) birer çocuk olursanız, çevrenizdeki şirinleri görebilirsiniz.
Şimdi, az önce anlattığım karakter ve onun benzerleri, İmam Hatip yıllarında aldığı, haftalık 2 saat olan Siyer(Peygamberimizin hayatı) dersine güvenerek bu yazıya cevap yetiştirmeye çalışacak. Düşünsene eğitimi aldığı kurum Milli Eğitim Bakanlığına bağlı bir okul. Milli Eğitimin başarısı, durumu ortada! bu kurum insanlara nasıl din öğretecek arkadaş? En basit işleri bile başaramayan bir kurum, din bilgisi gibi bir eğitimi nasıl verebilir? Zaten dinin bir okuldan öğrenilmesi de tartışmalı bir konudur. Şimdi ona girersek çıkamayız konudan. Bir İmam Hatip Müdürü bana şöyle demişti “Yaklaşık 60 yıldır İmam Hatipler var, bu kadar insan mezun oldu. Eğer bizler o çocuklara iyi eğitim verebilseydik bu ülkede çok şeyler değişirdi” demişti. Neyse burada konuyu kapatalım. Herkesin bilgi seviyesince bizi eleştirmeye hakkı vardır, saygı duyuyorum. Geçen yazılarımızda hadis konusunda birkaç ile tartıştım adamlar hadis konusunda ahkam kesti ama okudukları toplam hadis sayısı inanın 100’ü geçmez. İşte böyle sayın okurlar.
SON OLARAK İSLAM EN İYİ DİNDİR
YAZAN: Armariel

KAYNAK: Bu yayın, bilgi paylaşımı amacıyla;  istihbaratdunyasi sitesinden alınmıştır. Orjinali için istihbaratdunyasi.wordpress.com sitesini ziyaret edebilirsiniz...

Yorum Gönder

1 Yorumlar

  1. Güzel yazi sitenizi zekle takip ediyirum genis bi kitlesi yok sanirim...

    YanıtlaSil

Recent, Random or Label